Mittwoch, 20. Dezember 2023

"DEVRİMCİ YOL HAREKETİ" adlı kitabımda Yeni Çeltek, Yeraltı Maden-İş ve Suluova ile ilgili bölüme dair Hasan Kaplan’ın düzeltme metni ve bu talebe ilişkin KAMUOYUNA AÇIKLAMAM

 

"DEVRİMCİ YOL HAREKETİ"

adlı kitabımda Yeni Çeltek, Yeraltı Maden-İş ve Suluova ile ilgili bölüme dair Hasan Kaplan’ın düzeltme metni ve bu talebe ilişkin

KAMUOYUNA AÇIKLAMAM

 

Kitabı hazırlarken 70’ten fazla insanla uzun söyleşiler yaptım. Kitabın içerdiği bilgi malzemesi esas olarak bu anlatımlarda dile getirilenlere dayanıyor. Yeni Çeltek, Yeraltı Maden-İş ve Suluova bölgesi ile olarak da Hasan Kaplan’la uzun ve ayrıntılı bir görüşme yaptım. Hasan Kaplan -sağ olsun- açık, samimi bir sohbet havası içerisinde bildiği herşeyi hiç bir şey saklamadan anlattı. Başvurduğum birçok ismin konuşmaktan imtina ettiği ve görüşme talebimi reddettiği bir ortamda Kaplan’a bu konuşma için çok müteşekkirim. Anlatımları ilgili bölümün ortaya çıkmasına, başka kaynaklardaki anlatımların düzeltilmesine yada anlaşılır kılınmasına çok önemli katkıda bulundu. Samimi bir sohbet bağlamında dile getirdiği bilgi unsurlarını ben de kitabın konsepti çerçevesinde tasnif ederek analitik bir anlatıma dönüştürmeye çalıştım.

Ancak kitap yayınlandıktan sonra Kaplan beni arayarak kitaptaki kimi ifadelerin metne sonucu pek düşünülmeden aktarıldığını, yanlış anlamalara yol açtıkları gibi kimi maddi hatalar da içerdiğini, ayrıca kendisini zor durumda bırakacak mahiyet taşıdığını, bunun da kendisini çok rahatsız ettiğini dile getirdi, bunların düzeltimesini talep etti.

Bir kitabın yayınlanmış olmasının manevi onuru kadar içerdiği hataların sorumluluğu da yazara aittir. Bu sorumluluğun bilincinde olarak Hasan Kaplan’ın gönderdiği düzeltme metnini olduğu gibi yayınlıyor, okuyuculardan bu hatalar için özür diliyorum. Muhtemel bir ikinci baskıda hata ve hassasiyetleri giderici düzeltmelerin yapılacağı aşikardır.

Ağırlıkla sözlü anlatımlara dayanan ve böyle geniş kapsamlı bir kitabın başka maddi hatalar ve yanlış anlamaya müsait ifadeler içereceği açıktır. Bana intikal etmiş bir başka maddi hatayı da bu vesile ile düzeltmek isterim. Galatasaray Mühendislik bölümünde temel anlatıyı yapan kişinin adı Sinan Oak değil Sinan Çevik’tir. Düzeltir kendisinden özür dilerim.

Hasan Kaplan’a bir kez daha teşekkür ederken gönderdiği düzeltme metnini olduğu gibi yayınlıyorum:

 

 

 DÜZELTME:


Mehmet Süreyya Karakurt'un kaleme aldığı "DEVRİMCİ YOL HAREKETİ" adlı kitapta geçen bazı hataların düzeltilmesi.  
Yaklaşık dört beş yıl önce yazarla yaptığımız iki üç saatlik süren sohbet havasında geçen telefon görüşmesinde, arada yapılan esprili anlatımlar yazar tarafından keşke konuşma dilinden yazı diline aktarılsaydı. Konuşma, sohbet diliyle yazılıca bazı anlatımlar yanlış anlaşılmalara neden olabiliyor.
Keşke yazar konuştuğu kişilerle ilgili bölümleri yayınlanmadan önce kişilere gönderiseydi. Böyle ciddi hatalar, yanlış ifadeler ortaya çıkmazdı. Şimdi bir çuval pirincin içindeki beyaz taşları ayıklar gibi yapılan yanlış ve hataları ayıklayıp, düzeltmeye çalışmadık. 
 Yeni Çeltek bölümünde bazı yanlış anlaşılmadan kaynaklı hatalar oluşmuştur. Bu yanlış anlaşılmadan kaynaklı hataları gidermeyi zorunlu görüyorum. 

 Kitabın Sayfa 377 de ki hali:
"Belvar köyü madene çok yakın, hatta maden köyün arazileri içinde. Nerdeyse köydeki her aileden biri madende çalışıyor. Çatışmayı duyunca köylüler madeni basıyor. Çatışma esas olarak Belvar köylüleriyle Satışoğlu'nun adamları adamları arasında yaşanıyor."
Böyle bir ifade doğru değil. Bu ifade orada Satışoğlu'na karşı direnen diğer işçileri ve Yeraltı maden İş Sendikasını yok saymak olur. 

Sayfa 378 de ki:
"Satışoğlu bölgede sevilmeyen bir tip. Karaborsa kömür satar, işletmenin lokalinde kumar oynatırdı. İşe girmek isteyenlerden para alır, parası olmayanların karısını, kızını kullanırdı."
Bu anlatımda nahoş bir durum ortaya çıkıyor. Satışoğlu'nun rüşvetle ile adam alması ve bazılarından kadın istediği de yörede yaygın bir söylentiydi. Ama yukarıdaki ifade çok farklı ve yanlış çağrışımlar yapabilecek bir cümle. 

Aynı paragrafta: "Çatışmada 4 adamı öldürülüp kendisi de bertaraf edilince sendikaya birden ilgimiz oluştu." 
"Sendikaya ilgimiz oluştu" değil. O çatışma bölgede çok ses getirmişti. O çatışmadan sonra Yeni Çeltek'te bir şeylerin değiştiğini, yeni ve farklı bir sendikanın oluştuğu dikkatimizi çekti. Sendikaya ikişkilenmeye başladık.
"Başta daha çok adamı 'hallettikleri' için oluşan bir ilgiydi bu." Sanırım buradan ya aldığın notta bir karışıklık var. Ya da ses kaydından deşifre ettiysen orada bir karışıklık, yanlış anlama olmalı. 

Sayfa 379 da
" Kaplan, Havza da (Acilci) Eşber Yağmurdereli' sık sık Suluova'da yanlarına geldiğini söylüyor "
O yıllarda Eşber Yağmurdereli' ile görüştüğümüz doğru. Ama Eşber abi bize değil biz ona Havza'ya giderdik.

Sayfa 381:
"Diyelim Suluova'ya 4 kontenjan verilmiş. Seçimi DİGK-DER yapacak. Ben de yönetimdeyim. Haber duyulur duyulmaz hemen arayıp sormalar, yolda selam vermeler, itibarlar, evlere, yemeğe davetler... Hava hemen değişir, etrafımız birden kakabalıklaşırdı." 

İşte sohbet dilinde araya espiriler de katılarak yapılan bir anlatım süzgeçten geçmeden sohbet dilinden yazı diline dönüştürülmemiş.
İşsizliğin yoksulluğun kol gezdiği, Yeni çeltek te çalışmanın ciddi bir ayrıcalık olduğu bir yörede insanların o işe gire bilmek için, işe girebilmesine vesile olabilecek bizlere normal zamandan daha fazla ilgi göstermesini birazda espriyle ifade etmem buraya öyle aktarılmak yerine espiriler ayıklanarak aktarıla bilirdi. Ya da yazar arkadaş yazdıklarını yayınlanmadan önce bana bir kopyasını gönderebilirdi.

Sayfa 392:
 "Türkiye Birlik Partisi' nin (TBP) gençlik kollarını kurduk. Ben de başkan oldum."

Böyle bir söylemim olmadı. Birlik Partisi' gençlik kollarının kurulduğunu söyledim. Ama başkanı olduğumu söylemediğim gibi kurucuları arasında da değilim. Başkan Mustafa Durna idi.

Sayfa 393:
"DİGK-DER'ler tamamen Alevilere dayanıyordu. Faaliyetler de neredeyse tamamen Alevilere yönelikti. İşe alma, kömür dağıtımı, yabacılar, tarım işçileri vb. bunlar hep alevilerle yapıldı ve onlarla sınırlı kaldı. Sünnilere yönelemedik. Sünni arkadaşlarımız vardı ama aktif değillerdi."

Üzgünüm burada o çok kullanılar "siz ne anlatırsanız anlatın bütün anlattıklarınız karşınızdakinin anladığı kadardır." Sözünü kullanmak zorundayım.
Türkiye de Alevilerin yüz yıllardır devletle hiç bir dönem barışık olmadı. Hep muhalif olan yanı nedeniyle sola, devrimcilere yakın durmuşlardır O dönemde de alevi gençliğin ağırlılı olarak solcu olduğu bir gerçek. Bu Sünni kökenli devrimcileri yok saymak yada onları önemsizleştirmek anlamına gelmez. 
Ayrıca o yıllarda da ne Alevi, ne Sünni kökenli devrimcilerin böyle alevi Sünni diye bir yaklaşımları, ayrımları yoktu. Olmadı. Aksine faşistlerin körüklemeye çalıştığı Alevi-Sünni çatışmalarına karşı; "Alevi-Sünni kardeştir." Söylemi izle bu oyunlarını bozduk.
Biz devrimciler ya da dernek olarak Aleviler ya da Sünniler gibi bir ayrım gözetmedik. Dernek üyesi ve mücadele içinde onlarca Sünni kökenli devrimci vardı.
O yıllarda genç olmamız, Alevi köylerinde sıcak karşılamamız, birazda belki işin kolayına kaçmamız, arandığımız, kaçak duruma düştüğümüzde; o köylerin bizi koruyup kollamaları nedeniyle Alevi köylerine daha sık giderdik. Bu mezhepsel bir tercih değil. Güvenlik tercihiydi. Zira Sünni köylerle çok fazla ilişki kuramamıştık. Bu da bizim eksikliğimiz, ya da kolaycılığımız, ne denirse.
 Yalnızca aranan, kaçağa düşen Alevi kökenli devrimciler değil Sünni kökenli devrimciler de Alevi köylerde daha kolay saklanırdı. Bu yörenin bir gerçekliği. 
Telefon sohbetimizdeki anlatımlarımdan yukarıdaki sonucu çıkarılmasına üzüldüm. Üzüldüm çünkü o ifadede hiç bir zaman etnik, mezhepsel kökenini önemsemediğimiz, sadece devrimci olarak gördüğümüz, canını ortaya koyarak mücadelenin içinde olmuş arkadaşlarıma büyük saygısızlık ve haksızlık etmiş olurum. 

Sayfa 394:
"Yabacıları örgütlemeyi 77'de kararlaştırdık." diyor Hasan Kaplan "78' başladık, 79 da da başardık. Fikir babası da ben sayılırım."

 Evet örgütlenmeyi suluovalı devrimciler olarak biz yaptık ama arkamızda 'Bir işyerini örgütleyebilirsiniz. Yetkili sendika olabilir, toplu sözleşme de yapan bilirsiniz. Eğer çevredeki diğer işyerlerini, yöredeki köylüyü, mahalleyi, halkı örgütleyemezseniz; örgütlü sayılmazsınız' diyen Çetin Uygur gibi bir örgütlenme dehası vardı. Bu yabacı örgütlenmesinin fikir babası da arkamızda ki akıl hocamız da Çetin Uygur'dur.
Bir kaç yıl babam yabacı çalıştırmıştı. O nedenle işleyişin nasıl olduğunu biliyordum. 

Sayfa 395
"77 ve 78 kışında bu köyleri dolaşıp yabacıları ayarladık. Paralel olarak da nakliye kooperatifletine gittik. DİGK-DER olarak geliyoruz, ne olduğumuzu hepsi biliyor. 'kamyonlarınızın boşaltılmasını istiyorsanız bizimle (DİGK-DER'le) çalışacaksınız' dedik onlara biraz güç gösterdik yani. Kabul ettiler, zira buna biraz da mecburdular."

Buradaki ifadede de sanki kooperatifkerle görüşmeyi ben yapmışım gibi bir anlam çıkıyor. Oysa benim anlatımın. 'Dernek adına arkadaşlar gidip görüştü.' şeklindeydi.

Sayfa 395:
"Eskiden tarım işçileri de yabacılıktaki gibi çavuş sistemi ile çalışırlardı. Çavuş tarlaya eleman bulur, götürülüp getirilmelerini organize ederdi. Toprak sahibinden aldığı adam başı yevmiyenin bir kısmını kendi payı olarak cebine koyardı. Tarım işçilerinin de neredeyse tamamı Alevi. Bunları ayarladık. Toprak sahiplerine gittik. 'Amele istiyorsanız bundan böyle çavuşa değil bize, DİGK-DER"e geleceksiniz, bizimle anlaşacaksınız.' dedik.Böyle başladı. Fakat peşinden darbe oldu. Bu çalışma daha başlangıç aşamasında 12 Eylül'e takıldı.

Tarım işçilerinin örgütlenmesine çalışıldı ama 12 Eylül darbesi nedeniyle başarıya ulaşamadı. Bu örgütlenme çalışmaları sırasında ben bölgede değildim. Bu çalışmanın içinde olamadım. Bu konuda ki bilgim arkadaşlarımın anlatımlarına dayalı. Yazar arkadaş her paragrafa Alevi" ibaresini koymasını anlamakta zorlanıyorum. Sorulan sorularla bu insanların mezhepsel kökeni, bölgenin mezhepsel durumunu anlamaya çalışmış olabilir ama neden her paragraf da 'Alevi' vurgusu yapmaya çalışmış anlayamadım. Oysa suluova da alevi tarım işçileri kadar yoksul Sünni yurttaşlardan da tarım işçileri var.
Ayrıca tarım işçilerinin örgütleme çalışmalarının yapıldığı dönemde ben bölge dışındaydım. Yazara bu konuda verdiğim bilgi duyuma dayalı tanıklıktı. Burda sanki ben yaşamışım gibi bir anlatım ortaya çıkıyor ki bu hiç hoş olmamış, başkalarının çabasını, emeğini kendime mal etmek olmuş.

Okuyucuların bu açıklamayı göz önünde bulundurmalarını  önemli buluyorum.


Gazze Savaşı: Aklın Çözümsüzlüğü ya da Sulhun Yolu Şiddetten mi Geçiyor?

 

Gazze Savaşı: Aklın Çözümsüzlüğü ya da Sulhun Yolu Şiddetten mi Geçiyor?
Bu yazı Birikim dergisinin internet sayfasında Güncel bölümünde yayınlandı.

Sosyal medyada Dostoyevski’ye ait olduğu belirtilen şöyle bir alıntıya rastladım:

Gün boyu bir aslanı takip etseydiniz ve aslanın yaşamak için verdiği mücadeleye tanık olsaydınız gün sonunda bu aslanın bir ceylan yaklayıp yemesi sizi mutlu ederdi. Aynı hikâyeyi ceylanı takip ederek yaşasaydınız ve ceylanın yaşamak için verdiği mücadeleye tanık olsaydınız gün sonunda bu ceylanın bir aslan tarafından yenmesi sizde bir öfke uyandırırdı. Yani hangi başlangıç noktasını nasıl seçersen aynı hikâye kişide iki farklı yargı oluşturabilir.  Bu yüzden kişinin içindeki adalet duygusu hangi hikâyeyi ne kadar takip ettiğine bağlıdır.

İfadelerin gerçekten Dostoyevski’ye mi ait olduğu konusunda bir bilgiye sahip değilim. Ancak aklın (ve ahlâkın) paradoksunu çok yalın bir şekilde ortaya koyuyor.  Kant’ın etik/ahlâk prensibi “koşulsuz buyruk”u (kategorik imperatif) ile çözülemeyecek, Hegel’in diyalektiği ile aşılamayacak bir sentez imkânsızlığını dile getiriyor. Ve Gazze’de yaşanan durum ve dünya kamuoyunun gösterdiği tepkilerle son derece ötüşüyor. Hamas sürpriz bir atakla İsrail sivil bölgelerine binlerce roket yağdırdığı, sınır duvarını birçok noktadan aşıp günlük hayatlarını sürdüren İsrailli sivilleri öldürdüğünde dünya kamuoyu “katliam bu” diyerek ayağa kalkarken olaylara topraklarından edilmiş Filistinlilerin gözünden bakanlar gizli/açık sevinç ve zafer duygusuna kapıldılar. İsrail -kendi ifadesiyle- terör tehdidini yok etmek için Gazze’ye girip bugüne kadar büyük çoğunluğu sivil 17 bin civarında Filistinliyi öldürdüğünde ise Batılı hükümetlerin bütün İsrail yanlılığına rağmen dünya kamuoyu bu sefer “soykırım bu” diyerek İsrail’e karşı ayağa kalktı. İsrail ve Yahudilerin Holokost’tan bu yana sahip oldukları “masumiyet dokunulmazlıkları” hızla aşınmaya başladı. Dünya kamuoyu yukarıda belirtilen şekilde hikâyeye ne taraftan baktığına bağlı olarak bölünmüş durumda. Bir taraf İsrail ve Yahudilerin, öteki taraf Filistinlilerin varoluş haklarını temel alarak olayları anlamlandırıyor, karşı tarafa lanet yağdırıyor. İsrail ve Filistin iç kamuoyları bile bölünmüş durumda. Tartışmaya dünya çapında ünlü filozoflar da dahil oldu. Slovaj Zizek ve Judith Butler Filistinlilerin varoluş hakkını vurguladılar, İsrail’e ağır eleştiriler getirdiler. Daha önce Ukrayna Savaşı’na karşı çıkmış ve sorunun görüşmeler yoluyla çözülmesini savunmuş ünlü Alman filozof Jürgen Habermas ise bu sefer İsrail’in varlık hakkını vurguladı. Velhasıl sorunun nasıl çözüleceği konusunda sadece insanlar ve hükümetler çaresiz durumda değil, kafamızı açmalarını beklediğimiz filozoflar da bölünmüş durumdalar. Benim düşüncem net, berrak, anlaşılır bir akıl yolu belirlemekte sergilediğimiz çaresizliğin, kafa karışıklığının gerisinde insanların kişisel yetersizliklerinin değil, akla içkin ontolojik bir imkânsızlığın yattığı, sorunun herkesi mutlak memnun edecek ve bir daha ortaya çıkmasına yol açmayacak bir çözümünün mantıken mümkün olmadığı doğrultusunda. Bu tam da aklın -anektodda dile getirilen- paradoksunun sonucu. Kaçınılmaz bir çaresizlikle karşı karşıyayız. Paradokstaki ikilemi çözemediğiiz için örneğin aslanın ceylanı yemesini kaçınılmaz doğa yasası olarak kabul ediyor, belgesellerde ayının balıkları, çitanın ceylanı, kertenkelenin sinekleri avlamasını büyük bir ahlâki umursamazlıkla seyrediyoruz. Başka türlü olması da mümkün değil. Zira müdahale ettiğimizde “doğanın dengesi”, giderek de bugünkü haliyle doğanın kendisi ortadan kalkıyor. Ancak aynı umursamazlığı toplum olayları, örneğin Gazze Savaşı’nda gösteremiyoruz. Bunu yapanlar “sosyal Darwinistler” kategorisine yerleştiriliyor, Nazilerle yan yana konuyor. Toplum olaylarında çözümün güçlünün borusunun ötmesi şeklinde değil, adil ve adaletli, ahlâk ve hakkaniyetle bağdaşır olmasını bekliyor ve istiyoruz. Ama burada da karşımıza engel olarak aklın paradoksu çıkıyor.

Eğer akıl böyle bir paradoksla malülse çöpe mi atılmalı? Yoksa aklı hakim kılmanın –“aklını başına getirmenin”- bir yolu var mı? Ben çözümün aklın “aklını başına getirmekten” geçtiğini düşünenlerdenim. Fakat bunun için gene paradoksal şekilde akla “şiddet uygulamak” gerekiyor. Aklın, -Habermas’ın ifadeleriyle- “her türlü zoru dışlayan” bir anlaşmanın yolu ve aracı olabilmesi için, birincisi bizzat ona “zor uygulamak” gerekiyor; ikincisi,  akıl bunu ilave olarak, aslında ancak zor uygulayarak gerçekleştirebiliyor. Bunun sebebi aklın nihai bir dayanağa sahip olmaması. Bu nedenle aslında yok etmek istediği bir şeye ihtiyaç duyuyor. Bu ifadeleri daha yakından ele almamız gerekir.

***

Hâlâ böyle şeyler oluyor mu bilmiyorum, çocukluğumuzda kavga hayli yaygın bir meşgale, önde gelen zevklerimizden biriydi. Ancak eşitlerin düellosu şeklinde geçmez, çoğu zaman güçlü zayıfı döverdi. Niye dövdüğü sorulduğunda “Bana küfür etti,” cevabı alınırdı. Küçüğe niye küfür ettiğini sorduklarında ise “Bana vurdu, ben de küfür ettim,” derdi. Kavga bu şekilde ilk nedeninin hiç olmadığı ya da unutulduğu bir atmosferde tarafların kendi pozisyonlarını meşrulaştırmak için ileri sürdüğü argümanlarda meşruiyetini bulur, kendi kendini devam ettiren bir dinamiğe kavuşurdu. Ve bu tür kavgalar genellikle oradan geçen bir büyüğün çocukların kulaklarını çekip farklı yönlere kovalamasıyla sona ererdi.

Hamas ve Netanyahu hükümetlerinin karşılıklı hamleleri ve suçlamaları bu savaşta da benzer bir meşruiyet ve dinamiğin işbaşında olduğu intibaı uyandırıyor. Netanyahu ve Hamas bu dinamiği tetikleyen ve devam ettiren aktörler (“yaramaz çocuklar”) olarak karşımıza çıkıyorlar. Kulaklarını çekip evlerine gönderecek veya onları sulh ettirecek etkili bir güç/güçler ortaya çıktığında sulhun hâsıl olacağı düşünülüyor. Ne var ki 1948’ten bu yana bu şekilde sağlanmış sulhların küçük kıvılcımlarla sürekli savaş üretmesi bu tarz sulhların son derece zayıf bir zemine dayandığını da ortaya koyuyor. Onca barıştan sonra aynı sorunun aynı şekilde tekrar ortaya çıkması esas itibarıyla aklın çözümsüzlüğünden kaynaklanır. Ve bu çözümsüzlüğün gerisinde sözünü ettiğimiz mantıki imkânsızlık yatar.

Post-metafizik düşüncenin en ünlü temsilcilerinden Heidegger bu tür durumları “varlığın unutulmuşluğu” (Seinvergessenheit) olarak değerlendiriyor. Post-metafizik düşüncenin bir başka önemli temsilci Derrida bu olmayan merkezin yerine bir “yedek”in (substitude) ikame edildiğini, Laclau ise bu ikame edilen merkezin anlatımdaki unsurlardan biri olduğunu söylüyor. Merkez olma iddiasındaki ikame unsur bağlama dahil unsurların bir kısmını etrafına toplayarak anlam inşa eder, bir kısmını ise dışlar. Kurduğu anlam nihai bir dayanağa sahip olmadığından anlam meşruiyetini ancak dışlananların retorik “ötekileştirilmesi” ile bulabilir. Bu da bu iki cenahın uyuşturulamamasının temelini oluşturur. Bu imkânsızlık nedeniyle “uyuşturulma” ancak akıl dışı araçlara başvurarak mümkün olabilir. Bunu çocukların kavgasının çoğu zaman bir büyüğün araya girip her iki çocuğu kovalaması ile sona ermesinden biliyoruz. Ancak bu geçici bir uyum olup hükmü bir vesilenin kavgadan tortu kalan kin ve hıncı yeniden alevlendirmesine kadardır.

***

Olaylara “yaramaz çocukları” aradan çıkararak baktığımızda aklın imkânsızlığı daha yalın biçimde göze çarpar. Bu durumda aynı toprakları vatan bellemiş Yahudiler ve Filistinliler şeklinde iki halk karşımıza çıkar. Aynı toprakları vatanları olarak bellemeleri bunları aynı sosyal alana dahil eder. Böyle birleştirici bir unsur olmasa bağımsız varlıklar olarak birbirleriyle karşı karşıya gelecek bir nedenleri bulunmaz. Fakat bu aynı zamanda onları karşı karşıya da getiren unsurdur. Karşı karşıya gelmek kendiliğinden savaş doğurmaz. Savaş, fikrin “tam olma”, kendini tam olarak gerçekleştirme “arzu”sunun ürünüdür. Bu arzu ise fikre uygulanmış bir şiddet nedeniyle ortaya çıkar. Bununla karşıt iki fikirden birinin diğerini fiziken yok etmesini kastetmiyorum. Bu türetilmiş bir büyüklük ve neticede işler oraya da varabilir. Öte yandan, homojen olmayan İsrail ya da Filistin halkı içerisinde halkın iradesinin ne olması gerektiği konusunda ortaya çıkmış/çıkabilecek fikir farklılıklarını da -henüz- kastetmiyorum. Şüphesiz bunlar da -kaçınılmaz olarak- ortaya çıkarlar. Ancak şu an daha temel bir şeyi, bir fikrin tam anlamıyla kendisi olmasının hiçbir zaman mümkün olmadığını, ona uygulanan bir şiddetin bunu engellediğini kastediyorum. Bunu bir örnek üzerinden göstermeye çalışayım. Lokantada garsondan bir bardak su istediniz. Size hiçbir zaman “tam dolu” bir bardak gelmeyecektir. Zira bardak tam doldurulsa bile ya garson getirirken ya da siz içmek için bardağı ağzınıza götürürken ortaya çıkan çalkantılardan suyun bir kısmı dökülecektir. Eğer garson getirirken dökülmüşse ona kızacak, “bir bardak suyu getirmeyi becemeyen birini garson yapmışlar” diye çıkışacaksınız. Yok, kendiniz içerken dökülürse “bir suyu içmeyi beceremedim” diye kendinize kızacak ama “bardak bu kadar doldurulur mu!” diye garsona da kızacaksınız. Sorunsuz, gerilimsiz bir “bir bardak su”, ki buna “sosyal anlamda” bir bardak su diyebiliriz, fiziken daima bir tam bardaktan biraz azını, anlam olarak ise daima fizikî bir bardak sudan daha fazlasını ifade eder. Bu azlık ve fazlalık, içme sırasında zorunlu olarak yaşanan çalkantının etkisiyle ortaya çıkar. Karşı karşıya gelmiş iki halktan her biri huzuru vatanına olduğu gibi yerleşmek olarak düşündüğünde, öteki halkla olan fikir karşıtlığı, bunun yanında kendi içinde ortaya çıkan fikir ayrılıkları örneğimizdeki çalkantıya denk düşen unsurları oluştururlar. Karşı tarafın varoluş hakkını kabul ettiğimizde veya kendi halkımız içerisinde birlik sağlamak farklı fikirleri dikkate almayı gerektirdiği ölçüde orijindeki saf, tam ve çelişki içermeyen fikirden taviz vermek zorunda kalırız. Kendi içimizde bir ortak fikir sağlayıp karşı tarafla masaya oturduğumuzda bu sefer karşı tarafla bir ortak nokta bulma konusunda tavizler sıraya girer. Anlaşmak amacıyla farklı istekleri fikre dahil etmeye başladığımızda fikrin “tamlığı” aşınmaya başlar. Lacancı düşünürler bunu kastrasyon (hadımlaştırma) olarak isimlendiriyorlar. Fikre ilk şiddet bu hadımlaştıma nedeniyle uygulanır. Aslında bu süreç oluşmuş “tam” bir fikrin müzakere döneminde karşı görüşler nedeniyle “hadımlaştırılması” şeklinde gerçekleşmez. Aksine bu farklı/karşı fikirler ananeler, kanunlar, gelenekler ve dikkata alınması gereken siyasi güçler olarak daha baştan fikrin oluşum zeminini daraltır, sınırlar. Birçok “kâğıt üstünde” ihtimal bu nedenle daha fikir oluşurken devre dışı kalır, ihtimal olmaktan çıkarılır. Bu nedenle fikirler daha doğuş süreçlerinde “hadımlaşmış” fikirler olarak ortaya çıkarlar.

Hadımlaşma, gene Lacancıların tabiriyle “arzu”ya yol açar. Bu, hadımlık nedeniyle kendisi olamamış fikrin tam olma, kendini tamlaştırma arzusudur. Ancak bu arzu somut bir içeriği anlatmaz, aksine kendine bir içerik arayışıdır. Gene Lacancılara göre arzu bu nedenle her türlü fantazinin, hayal gücünün, yaratıcılığın kaynağıdır. Ancak bu yaratıcılığı her koşulda olumlu bir şey olarak değerlendirmemek gerekir. Olumlu yaratıcılık yanında en vahşi, en diktatoryal, en manipülatif yaratıcılıklar da gene aynı “tamlık arzusu”nun ürünüdürler. Dünyada ve Türkiye’de kamuoyunu manipüle etme konusunda geliştirilen muazzam teknikler günümüzde bunun en göze çarpar örneklerinden birini teşkil ederler. Hamas ilk saldırılarını gerçekleştirdiğinde Lübnan’daki Hizbullah sözcüsü saldırıdaki yaratıcılığa hayranlığını ifade etmişti. İsrail ordusunun gerçekleştirdikleri ise olmaz-olamaz denilen nelerin tahayyül edilebildiğine delalet ediyor.

Hamas’ın ve Netanyahu hükümetinin vatana karşı tarafı tamamen yok ederek sahip olma politikaları tamlığı sağlama ihtimalleri içerisinde sadece en radikal uç tercihleri teşkil ederler. Ancak bu tercihlerin yanlış, başka bir tercihin “doğru” olduğunu akıl yoluyla “ispatlamak” mümkün değildir.

***

Bir sulh, çatışmanın taraflarının onları tatmin edecek sonuçlar elde etmesiyle mümkün olabilir. Öte yandan verilen her taviz isteğin hadımlaşmasıdır. Eğer kastrasyon anlaşmaya mümdemiçse (ona içsel bir olguysa) bu, anlaşmanın her zaman tahammül karakteri taşıdığı anlamına gelir. Peki ama tahammülün sınırı var mıdır? Dünya tarihinde yaşananlar tahammülün aşağı veya yukarı doğru pek sınır tanımadığını gösteriyor. Diktatoryal iktidarların en ufak bir başkaldırıyı hemen zalimce ezmesinde bu sınır minimuma inebildiği gibi, asırlar boyunca esaret, tahakküm altında yaşayan halklar, insanlar da sınırsız bir tahammül gücüne örnek teşkil ediyorlar. Tahammül böyle oynak bir karakter sergiliyorsa bu durumda fikir nasıl sabitlenecek, içeriğin kayganlığı nasıl sona erdirilecektir?

Neticede her anlaşma masasından bir nihai karar çıkması gerekir. Bu olmadığında anlaşmazlık devam ediyor demektir. Bu noktada şiddet ikinci defa fikre dahil olmaya başlar. Hem de bu defa fizikî zor olarak. Bunu iki anektod üzerinden göstermek istiyorum. İlkini tanıdık: “Bir bardak su” sosyal anlamda her zaman bir bardak sudan daha azdır. Ama ne kadar az, %1, %5? Bunun kesin bir ölçüsü var mı? Bu konuda iki unsurun rol oynadığı söylenebilir: Bardağı dolduran kişinin kişisel (keyfi) ölçüsü ilkini, müşterinin tahammül sınırı da ikinci unsuru teşkil eder. Ancak bunlar oynak büyüklüklerdir. Barmen hızlı çalışmak zorunda kaldığında veya eli ayar tutmuyorsa bardakların kimini az kimini çok doldurabilir; müşteri çakırkeyif olduğunda bardağın yarısının boş olmasını hoş görebilir, ama fiyatı yüksekse harlanabilir. Özetle bu iki unsura dayalı bir mekanizma fikri sabitlemek, en azından güvenilir bir anlaşma zemini olmak için pek yeterli karakter sergilemezler. İkinci anektodumuz konumuza daha uygun ve daha aydınlatıcıdır. Paşanın konağında iki hizmetçi balığın erkeği dişisinden nasıl ayırt edilir diye bir tartışmaya girer, işin içinden çıkamayınca da bunu bilse bilse aşçıbaşı bilir diyerek mutfağa koşarlar. Ne dediyse hepsine itiraz edilmesinden bıkan aşçıbaşı “O zaman bunu paşaya soralım,” der. Hizmetçiler bir ağızdan “Aman aşçıbaşı paşa ne anlar balığın erkeğinden, dişisinden,” diye buna da itiraz edince şu cevabı verir: “Paşa balığın erkeğini dişisini bilir mi bilmem. Ama dediği dediktir!”

Güç, müzakere masasında karşı karşıya gelen fikirleri uyuşturmada nihai belirleyendir. Masada herkes fikrini söyler ama aslında herkes “gücü kadar konuşur”. Daha doğrusu fikrinin ikna gücü -bu ahlâken daha üstün bir argüman bile olsa- fizikî, siyasi gücü kadardır. Anlaşmalı demokrasinin en büyük teoriyeni Jürgen Habermas bile anlaşma sürecini tanıtırken parlemento içinde partiler müzekare sürdürürken dışarıda kitlelerin gösteri ve protestolarla görüşmecilere tazyik yaptığından, görüşmelere fizikî güçleriyle destek verdiklerinden bahsediyor. Fizikî zor, şiddet normalde fikrin olumsuzlanması, hükmünün yok edilmesi olarak kabul edilir. Fakat paradoksal bir şekilde zor aynı zamanda fikrin hakim kılınmasının kaçınılmaz, zorunlu koşulunu oluşturur. Fikir, fikir olarak kendini kabul ettirebilmesi için son kertede kendi karşıtına, fizikî zora dayanır. Fikri gerçekleştirebilmek bu manada zoru gerektirir ve zor içerir. Ünlü ifadeyle “haklı olmak yetmez, güçlü de olmak gerekir”. Hak güçle birleşmediğinde hükmünü kaybeder. Ve içeriğe gene de siyasi güç dengeleri oranında yansır.

***

Bu durumda Gazze Savaşı nasıl sona erer? Tarafların güçlerinin üst boyutta orantısız olduğu, bunun da İsrail tarafını arzularını tam gerçekleştirme (Hamas’ı yok etme, Filistinlileri bölgeden sürme) konusunda muazzam motive ettiği, mümkün kıldığı, hatta harekâtın bu safhaya girdiği açıkça ortadayken tarafları anlaşmaya “zorlayacak” unsur ne olabilir? Fikrini tam olarak gerçekleştirme şansı açısından bakıldığında İsrail’in önündeki bütün yolların açılmış olduğunu görebiliyoruz. Hamas’ınkilerin ise en azından şu an tamamen kapalı gibi duruyor. Bu durumda savaş Filistinlilerin toptan sürgünü, hatta bir soykırımla sonuçlanabilir. Ancak bu tür çözümlerin ne sulh ne de huzur sağladığını ABD’nin Afganistan ve Irak işgallerinden biliyoruz. Bu tür durumlarda sadece savaş başka coğrafyalara -hem de daha da şiddetlenerek- taşınıyor.

Sulhun yolunu ancak İsrail’in bu sınırsız arzusunu sınırlayacak, “hadımlaştıracak” bir gelişme açabilir. Örneğin Ukrayna Savaşı başladığında Rusya’nın önündeki yollar da açık görünüyor, Rusya’nın kısa sürede Ukrayna’yı tamamen yutacağı düşünülüyordu. Ne var ki Ukrayna Batı’nın da aktif yardımıyla muazzam bir direniş sergiledi ve bir güç dengesi sağladı. Ancak bariz bir güç üstünlüğü ortaya çıkmadığından savaş bütün yıkıcılığı, yakıcılığı ile halen devam ediyor. Sona erdirilmesi bir yanıyla Rusya’nın yıpranmasına, diğer yanıyla Ukrayna’nın kendisinden çok ona mali, askerî, siyasi destek sağlayan Batılı güçlerin iradesine bağlı görünüyor. Eğer Gazze’de soykırım ya da toptan sürgün içermeyecek bir sulh sağlanacaksa bunun yolu da İsrail’in sınırsız arzusunu törpüleyecek, hadımlaştıracak bir unsurun, bir gücün ortaya çıkmasına bağlı görünüyor. Bu güç ne olabilir? Veya nasıl bir olay bu rolü oynayabilir? Batılı büyük güçlerin tavırlarına baktığımızda İsrail’i durduracak “dediği dedik paşa” rolünü oynamaya -henüz- pek niyetli olmadıklarını görüyoruz. Bu durumda sulh için bir umut var mı? Sulhun yolunu açacak bir güç ortaya çıkabilir mi?

Ben an itibarıyla pozitif bir unsurun bu rolü oynama şansının -henüz- düşük olduğu kanaatindeyim. Henüz hiçbir uluslararası güç İsrail’e “dur bakalım” deme noktasında görünmüyor. Bununla birlikte başka gelişmeler Batı’nın büyük güçlerini, hatta İsrail iç kamuoyunu böyle bir rol oynamaya zorlayabilir. Bunu ise ancak “negatif” bir gelişme sağlayabilir. Örneğin dünyanın içinde bulunduğu durum konusunda son derece karamsar olan filozof Slovaj Zizek son dönemlerde konferanslarında ve sosyal medyada sık sık “bizi ancak bir felaket kurtarabilir” ifadesini dillendiriyor. İster iklim ister savaş ya da ekonomik türde olsun, kastettiği tarzda bir felaketten insanlığın sağ salim çıkmayacağı, böyle bir felaketin insanlık diye bir şey bırakmayacağı açık olduğuna göre Zizek’in cümlesini felaketin kendisinden çok böyle bir “felaket tehlikesi/tehdidi” olarak anlamak doğru olur. Felekatin ne olabileceği konusunda spekülasyon yapılabilir. Örneğin, Ortadoğu’da bir nükleer veya her yeri yangın yerine çevirecek bir topyekûn savaş bu tür bir felakete işaret eder. Bu ihtimaller İsrail-Hamas hesaplaşmasını ayrıntıya dönüştürecek karakter taşırlar ve -İsrail ile Hamas’ın kendisi olmasa bile- dünya çapında onları anlaşmaya zorlayabilecek hegemon güçleri harekete geçirebilirler. Hitler dünya için tehdit haline geldiğinde birbirleriyle antagonist ilişki yaşayan kapitalist ve komünist dünya bir araya gelebilmiş ve Hitler’e karşı birlikte savaşabilmişti. Soğuk Savaş döneminde nükleer silahlar dünyayı yok edecek düzeye ulaştığında iki süper güç silahlanmayı sınırlandıran yumuşama politikalarına yönelebilmiş, bir çatışma ihtimali halinde aralarında acil müzakere aracı kırmızı telefon hattı kurmuşlardı. Ukrayna Savaşı nedeniyle dünya açlık tehlikesi ile karşı karşıya kaldığında yeni Soğuk Savaş’ın tarafları bir tahıl anlaşmasında mutabık olabildiler. Bugün de yukarıda zikrettiğimiz tarzda bir büyük felaket tehdidi dünyanın hegemon güçlerini İsrail’i ve Hamas’ı hizaya sokacak, “terbiye edecek” bir işbirliğine yöneltebilir.

Bunun yanında bir ihtimal daha var ve bu ihtimal İsrail’in veya Yahudilerin (ve de Filistinlilerin) kendi iç kamuoylarına dayanıyor. İsrail halkı içerisinde barış yanlısı güçlerin olduğunu, hükümetin savaş politikalarını sık sık protesto ettiklerini görüyoruz. Ancak bunların henüz hükümeti zorlamaktan hayli uzak oldukları da fark ediliyor. Bununla birlikte hükümetin fütursuz operasyonları Yahudilerin Holokost sonrası edindikleri “dokunulmaz masumiyeti” hızla aşındırıyor. İsrail daha önce de geniş kesimler tarafından emperyalizmin Ortadoğu’daki ileri üssü olarak değerlendirilirdi. Ancak dünya kamuoyu bugün ilk defa ve daha önce hiç olmadığı şekilde İsrail ve Yahudileri tarihte soykırım uygulamış “zalimlerin” arasına yerleştiriyor. Bu prestij kaybının devam etmesi Yahudi toplumu içerisinde “dokunulmaz masumiyet”in yok olması şeklinde bir felaket algısına yol açabilir ve geniş Yahudi kesimleri hükümete karşı hareketlendirebilir. Örneğin yakınlarda üç İsrailli esirin üstelik beyaz bayrak sallamalarına rağmen gene İsrail askerleri tarafından öldürülmesi bu doğrultuda ciddi bir tepki yarattı. Bu tür gelişmeler hükümet değişikliği ve bir sulhun önünü açabilir. Aynı şey yaşanan yenilgi ve yol açtığı sefalet nedeniyle Filistinliler cephesinde de ortaya çıkabilir. Filistin halkı Hamas’ın ölçüsüz saldırgan politikalarını topraklarından olmanın sorumlusu olarak değerlendirebilir. Böyle bir gelişme de Hamas’ı zayıflatarak ya da arzularını törpüleyerek sulhun önünü açabilir. Bir başka ihtimal de iç ve dünya kamuoylarında oluşan tepkilerin güçlü devletlerin büyük imaj kayıplarına yol açması olabilir. Bu doğrultuda ilk işaretler son günlerde ABD’den gelmeye başladı bile.

Sözünü ettiğimiz felaket senaryolarından herhangi birinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği henüz belli değil. Fakat felaketten kurtuluş ummak, açık ki, her şeyden önce içinde yaşadığımız çaresizliğe delalet, aklın yetersizliğine işaret ediyor.

Mittwoch, 15. November 2023

Popülizm tartışmaları, E. Laclau ve Devrimci Yol

 

Popülizm tartışmaları, E. Laclau ve Devrimci Yol

Bu makale Birikim Dergisi'nin Aralık 2019 368. sayısında yayımlandı 

Birikim dergisinde çok yeni olmayan bir zamandan beri Popülizm üzerine bir tartışma sürüyor. Temmuz ayı içinde Tanıl Bora da iki yazı ile tartışmaya katıldı. Bora popülizmin gördüğü ilginin Latin Amerikadaki popülist, özellikle de sol popülist gelişmelerden kaynaklandığını söylerken[1], Ahmet İnselAvrupa’daki gelişmelerin de bunda rol oynadığını yazıyor[2]. Tatismalar popülizmin solun ve demokrasinin dünya çapında içinde bulunduğu felaket duruma çare sunup sunmadığı üzerine yoğunlaşıyor. Murat Belge „Popülizm, faşizmin ön adımıdır“ diyerek kesin karşı bir pozisyon takınırken[3], İnsel, sağ popülizmlerde çokça tanık olduğumuz gibi, sol versiyonun da  „pöpülist bir otoritarizme ve daha ileri bir aşamada kitle destekli bir diktatörlüğe … varması kaçınılmaz değil mi?“ diye soruyor. Bora ise bu iki pozisyonun endişe ve eleştirilerine katılmakla birlikte popülist siyaset tarzını gene de „solun kayıp hazinesi“ olarak düşünüyor. Zira, ona göre, Türkiye solunun 60’lardan 70’lere uzanan dönemdeki halksallaşma kabiliyetini, solun bu „altın çağını“, popülist uğraktan bağımsız düşünmek mümkün değil. 60’larda Aybar’ın TIP’i ve Harun Karadeniz’i, ama özellikle 70’lerde Ecevit ve Devrimci Yol’un yakaladıkları kitlesellikleri bunun kanıtı olarak görüyor[4].

Tartışmacılar referans/karşı muhatap olarak sıkça C. Mouffe ve E. Laclau’ya başvuruyorlar. Eleştirileri de büyük ölçüde bunların popülizm tezlerini hedef alıyor görünüyor. Benim tartışmaya ilgim de bu noktada başlıyor. Devrimci Yol’un kitleselleşmesini baştan itibaren E. Laclau’nun tezleri üzerinden anlamaya çalışmış biri olarak[5], tartışmacıların Laclau –ve hatta Mouffe’a- ait olmayan fikirleri ona atfederek tartıştıklarını düşünüyorum. Bu temelde yapılan bir tartışmanın, T. Bora’nın yaptığı gibi ona olumlu anlamlar yüklendiğinde bile hayli sorunlu olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle Laclau’nun popülizm teorisini tanıtmayı merkezine alan, ama esas hedefi Devrimci Yol’un kitleselleşmesinin şifrelerini ortaya çıkarmak olan bir –uzun- makaleyle tartışmaya katkıda bulunmak istiyorum.

Tartışmacılar popülizmi bir siyaset aracı, siyaset yapmanın bir ‚tarzı’ olarak ele alıyorlar: Sol veya sağ bir güç –parti, örgüt vb- pragmatist bir akılla bu araca başvurabilir veya uzak durabilir. Pozisyonları da bu temelde farklılaşıyor: Sol böyle bir araca/tarza başvurmalı mı yoksa uzak mı durmalı? Bu siyaset yapma tarzının nasıl bir şey olduğunu Necmi Erdoğan bu tartışmalardan yıllar önce Laclau’dan hareketle tanımlamaya çalışmıştı:

Popülizm, toplumsal-siyasal alanı popüler kesimler ile egemen kesimler, halk ile iktidar bloku arasındaki antagonistik ilişki ekseninde tanımlayan ve hegemonize etmeye çalışan bir söylemdir.[6]

Popüler ideolojiler ezen, sömüren, asalaklara karşı ezilen, sömürülen halka seslenirler; gelenekler ve simgeleri kendinde eklemleyen bir ideoloji geliştirerek bu kesimleri düzen değişikliğine mobilize ederler. „Halk ile onun düşmanlarından oluşan, homojen, geçirimsiz, birbirine dışsal ve saydam iki kamp ya da kutup arasındaki mücadele toplumsal-siyasal alanı belirler. … ‚Halkı’ iç bölünmeler ve iktidar ilişkilerinden azade gören dışsallık mantığı, onun idolleştirilmesini, yüceltilmesini de mümkün kılar“ (a.y.). Erdoğan „halk“ teriminin „boş gösteren“ olarak popülist söylemlerin üretiminde merkezi bir işlev yerine getirdiğini, bu söylemlerin halkı „yazım yüzeyi“ yaparak eklemlendiklerini de ekliyor (a.e., s.23).

Birikim’deki tartışmacılar popülist söylemin alameti farikasının sosyal alanı „biz“ ve „düşman“  antagonist/dikotomik bölünme üzerinden okumasında yattığı konusunda Erdoğan’la aynı fikirdeler. Bora hariç farkları, buna Erdoğan’ın tersine negatif değer biçmelerinde yatıyor. Örneğin, Murat Belge’de şunları okuyoruz:  „Popülizm toplumun gadre uğramış ya da uğradığına inanmış bir kesimine seslenir ve gaspedilmiş haklarını –ayrıcalıklı seçkinlerden alıp- onlara geri vermeyi vaat eder“[7] . Ancak, en sol versiyonunda bile „Halkçılık diye birşey söylendiği zaman“, Belge’ye göre, „halkı kurtaracak biri ya da birileri çıkıyor. Bu genellikle de biri oluyor: Halkı kurtaran bir lider var. Bütün bu tasarım içinde liderler ve halkın eşit olacağına dair bir görüş yok”[8] . Popülizm karşısında nefret düzeyindeki karşı pozisyonunun gerekçesini şöyle açıklıyor: “Popülist olmak daha çok insanların aslında giderilmesi gereken bir takım zaaflarının kullanılmasından oluşur”. Popülizm üzerine görüşlerini etraflı şekilde dile getirdiği söyleşide şu ifadeler de göze çarpıyor: “O insanların zaaflarına, korkularına, önyargılarına dayanan bir dil ortaklığı …”, “Popülizm aslında, hepimiz aynı dünyada yaşıyoruz, birlikte demokratik mücadele verebiliriz anlayışına set çeken bir şey, bunu durduran fiili bir güç su anda”, “popülizmi belki bundan sonra gelecek bir takım faşist rejimlerde bir ön adım olarak görmek mümkün”. Laclau’nun popülizmin işlevinin “demokrasinin demokratikleştirilmesi” olduğu iddiasına karşı, Belge, Tayyip Erdoğan’ın “Ayaklar baş oluyor” sözünü öne çıkarıyor: “”Popülist dünya görüşü, popülist tarz içinde dünyaya bakan adamın zihninde zaten o hiyerarşi var. Kimin ayak olduğu, kimin baş olduğu belli. Ki çünkü senin taraftarların seni omuzlarında taşıyanlar bir türlü baş olamıyorlar” (a.y.)

İnsel’in yaklaşımı da Belge ile paralellikler gösteriyor: Popülist oluşumda “demokratik taleplerin popüler taleplere dönüştüğünü” söyleyen Laclau/Mouffe’ye karşı „Popülist olarak tanımlanan hareketlerin beslendiği sistem dışı talep ve direnişlerin hepsi demokratik midir?” diye itiraz ediyor: “Örneğin yargı bağımsızlığını askıya almaya ve bunu elitlerin hükümranlığına son vermek gerekçesi ile yapmaya verilen toplumsal destek demokratik bir talep ve direniş tezahürü müdür? Ya da idam cezasının yeniden tesisi, … kurtajın yasaklanması, … yabancı düşmanlığı …”[9]  vb. vb. Tanıl Bora ise popülizme solun “kayıp hazinesi” olarak da bakılabileceğini, zira, solun her kitleselleşme tecrübesinde popülist siyaset tarzının izine rastladığımızı söylüyor. Belge ve İnsel’in eleştirileri (Mouffe/Laclau’nın yaklaşımını da içine alacak şekilde) popülist söylemin sosyal alana bölünme soktuğu, bunun da popülizmi solun yok etmeyi hedeflediği değerleri güçlendiren, yeniden üreten bir mekanizmaya dönüştürdüğü düşüncesinde odaklanırken, Bora sol bir popülizmin ille de olumsuz yanları güçlendirmek zorunda olmadığı, aksine ulvileştirilmesi gereken noktalara da odaklanabileceğini ileri sürüyor.

°          °          °

Bora da dahil bu düşüncelerin dayandığı kimi varsayımların, en azından bunlar Laclau ve Mouffe’e karşı eleştiri olarak dile getirildiğinde problemli olduğunu, zira, en azından Laclau’yu böyle okumanın  onun düşüncesiyle ilgisinin olmadığını düşünüyorum. Her ne kadar Mouffe “Über das Politische” isimli kitabında „Liberal rasyonalizmin en büyük hatası kollektif özdeşleşmeler/kimlikler üzerinden mobilize olan duygulanım boyutunu ihmal etmesidir . Demokratik politikanın … insanların arzu ve fantazileri konusunda da etkili olabilmesi gerekir.“(s.13) diyorsa da kastını siyasete duygulanımı da sokmaktan ibaret görmek yanlış olur. Zira, gene aynı metinde demokrasiyle “ontolojik” boyutta değil “ontik” içerik olarak uğraştığını da ifade eder (s.16). Ontolojik boyut „eşyanın tabiatı“ ile uğraşırken „ontik boyut“ onu farklı biçimleri itibariyle tartışır (s.15). Benim yazarlara ilk itirazım tartışma ve eleştirilerini Laclau’nın popülizmin ‚eşyanın tabiatı’n dan kaynaklandığı tezini bir kenara iterek yürütmeleridir. Dolayısıyla önce bu konuya eğileceğim[10].

Ontik-ontolojik ayrımı bizi neden ilgilendirir?

Heidegger Varlık (Sein) ile Varolan (Seiende) arasında bir ayrım yapar[11] . Her ne kadar Varolan (Seiende) Varlık’ı (Sein) ile belirlenirse de Aristo’dan aldığı “Varligin cok anlamlılığı” düşüncesi uyarınca aynı referent/Varolan (Seiende) değişik bağlamlarda değişik anlamlar üstlenir. Örneğin, “iki aşık mehtap altında ele ele bir çiçek bahçesinde dolaşırken, bunlar meslekten botanikçı bile olsalar, gördükleri şeyler onlara botanik, jeolojik, meteorolojik nesneler olarak görünmezler“[12]. Benzer şekilde, örneğin kağıt da, sadece üzerine yazı yazılan bir kırtasiye nesnesi olmayıp, duruma göre paket malzemesi, ateş için çıra veya oyuncak (uçurtma, uçak vb.) yapılan bir malzemedir. Sosyal alanda bir unsurun anlamının bağlamdan, yani başka unsurlarla   ilintilendirildiği (articulation) ilişkilerden ortaya çıktığı Laclau’nun en temel tezidir. Laclau’ya göre analizin ilk önce ‚doldurulması gereken ontolojik rolü’ ortaya koyması gerekir. Bu içeriği doldurmak ontik içeriğin (herhangi bir sosyal talebin, sınıfın veya bunların herhangi bir özelliklerinin)  ‚tabiatında olan’ bir vasıf değildir. Ama, bu ontolojik rolü doldurmada sistematik bir başarı gösterdiğinde, bu sanki böyleymiş gibi bir durum sergilemeye başlar. Laclau bunu ontik içeriğin hegemonik konum elde etmesi olarak ifade ediyor. Bu işlevi doldurmada boşluk bıraktığı/kaldığı ölçüde de bir başka güç bunu doldurabilir[13]. Bu sefer başka bir unsur böyle görünmeye başlayacaktır.

Durum böyle iken, Laclau ve Mouffe’nin Popülizm üzerine düşüncelerini, sanki ortada popülizm diye hazır, sağ ve sol uygulamasında –aynı içeriklerle- bir ve aynı kalan bir objektif politika usulü, bir ‚ontik içerik’ var –örneğin ‚insanların aslında yok edilmesi gereken zaaflarını kullanmak’- ve kişi veya parti de buna başvurduğunda popülist olur,  gibi yorumlamak, onların düşünce tarzlarına haksızlık etmekten öte bir anlam taşır. Bu nedenle Belge’nin ve İnsel’in sağ popülizme bakıp buradan sol popülizme ilişkin sonuçlar çıkarmaları, bunlar Laclau ve Mouffe’ye eleştiri olarak yöneltildikleri ölçüde meşru değildir.

Belge, İnsel ve Bora’ya karşı önce iki noktayı açıklığa kavuşturmayı amaçlayan bir tartışma yürütmek istiyorum. İlk olarak, popülist momentin özne karşısında tercihe dayalı bir araç olmayıp siyasetin tabiatına (ontolojisine) ait olduğunu (I); ikinci olarak da, duygulanımın ilave manipülatif bir boyut olmayıp siyasete içkin, siyasal olanın tabiatında olan, sosyal grup inşasında kurucu bir işlev üstlendiğini (II) göstermeye çalışacağım. Son bölümde ise muhataplarımın popülizm anlayışlarının varoluş alanını (geçerlilik sınırlarını) ortaya koymaya çalışacağım. Neticede onlar da ‚gerçeğin’ bir boyutunu dile getiriyorlar.

 

I

Artık şu soruyla uğraşabiliriz: popülist momenti “eşyanın tabiatına” yok edilemez şekilde yerleştiren nedir? Laclau buna antagonizma diye yanıt veriyor. Antagonizma en kaba tanımıyla toplumda bir bölünmeyi ifade ediyorsa, popülizmi eşyanın tabiatının asli unsuru haline getiren sosyal alandaki bu bölünme olmalıdır. Şunu hemen şimdiden söyleyebiliriz: “biz”, “halk” vb  ile “düşman”, “ezenler”, “elitler” vb. terimleri popülist oluşumun dayandığı  bölünmenin nedenleri olmayıp, bunlar aslında antagonizmanın ortaya çıkardığı bölünmenin popülist “isimlendirilme’leridir. Laclau On Popülist Reason’da sosyal alandaki bölünmeyi popülist oluşumun (configuration) üç koşulundan/uğrağından ilki olarak ileri sürer. Diğer momentlerin ancak bu ilk bölünme üzerinde yükselebildiğini söyler. Bir kez daha ifade edelim: bölünme, Laclau’ya göre, popülist oluşumun sonucu değil, koşuludur.

Ne var ki, Laclau’nun antagonizma kavramı alışılmış olandan çok farklı şeyler anlatır. Aktüel bir antagonizma tartışması yürütğlmediğinden, farkı marksist antagonizma kavramı üzerinden ortaya koymaya çalışayım. Bu tartuşmayla Laclau/Mouffe’un popülizm kavramına ilk girişi de yapmış olacağız.

Hakim Marksist düşünce nüfusu üretim araçları sahipliği temelinde sınıflara tasnif eder: Kapitalist ve İşçi sınıfları. Antagonizma bu ilişkide emek-sermaye arasında varolan uzlaşmaz çelişki olarak ele alınır. Uzlaşmazlığın temelinde kapitalist sömürü yatar: İşçinin ürettiği değerin bir kısmına kapitalistin karşılığını ödemeden el koyması. Laclau/Mouffe ise ortada fiili bir dışlama ve yok etme yoksa, “antagonist” bir ilişkiden bahsetmenin de mümkün olamayacağını söylerler. Onlara göre, ancak kapitalist işçinin (bir alandaki) Varlığını/“ kimliğini” yok ediyorsa aradaki ilişkinin antagonist olduğundan bahsedilebilir. Zira, bu terimi ortaya atmaktan maksat, ortaya çıkan çatışma ve mücadeleleri, bunların gerisinde neyin/nelerin yattığını anlama çabasıdır. Marks’in Das Kapital’inde tanımladığı Kapital (sermaye) kavramında ise işgücü sermayenin bileşenlerinden biridir. Yani, bırakın dışlamayı ve yok etmeyi, sermaye varsa işçi de vardır. Sermaye kendini yeniden ürettiğinde işgücü de kendini yeniden üretebilmesinin maddi araçlarına/koşuluna (ücret) sahip olur; sermaye kendini yeniden üretemediğinde işgücü de bu anlamda kendini yeniden üretme araçlarından mahrum kalır. Böyle bir ilişkiyi kendi içinden çatışma ve toplumsal bölünme üreten bir ilişki olarak almak mümkün olmadığı gibi, Marks Das Kapital’de “kapitalist işçiyi sömürür, ama hakkını yemez” gibi ilginç bir cümle de sarfeder[14]. Hakkı yenmiyorsa, bir çatışma için fiili ya da ahlaki bir koşul veya vesilenin de bulunmayacağı açıktır. İşleyen bir kapitalizm emek ve sermayenin “barış içinde” bulunduğu şartları ifade eder. “İyi ama işçiler gene de tarihte zaman zaman başkaldırdılar, hatta devrimler yaptılar“ diye itirazda bulunulabilir. Gerçekten de, kapitalist sömürüye maruz kaldığı için değil ama, ücretler çok düştüğünde veya  kitlesel bir işsizlik yaşandığında işçilerin çoğu zaman kazan kaldırdığını görürüz. Ama burada işçileri başkaldirmaya iten nedenlerin ne olduğuna baktığımızda, bunların en tepesinde kültürel alışkanlıkları, ahlaki yükümlülükleri ile birlikte alışılmış yaşamlarını sürdüremez hale düşmeleri olduğunu görürüz: yeme içme, kira, üste baş, doktor -ilaç parası, çocukların okul masrafı vb. Ve böyle şartlar ortaya çıktığında tepkilerini ilk  “bu ne biçim hükümet!” ifadesinde açığa vuruyorlar.  Öyleyse, antagonizmayı ekonomik-sosyal-kültürel boyutlatıyla yaşam dünyasının bütününde ortaya çıkan bir olumsuzlama olarak düşünmek gerekir. Laclu/Mouffe’nin yaptığı da budur.

İtalyan filozof Vatimo 90’li yıllarda okuduğum -ama kaybettiğim için kaynak gösteremeyeceğim- güzel makalesinde „belirlemek dışlamaktır/olumsuzlamakir“ diyordu: Bir şeyi belirlediğinizde, o tanıma girmeyen/uymayan herşeyi “ötekiler” olarak “dışarı” atarsınız. Laclau/Mouffe’nun antagonizma kavramı da benzer bir içeriğe sahiptir. Bir farkla ki, dışarı atilanlar diyalektik tarzda–aşılarak- bütüne geri dönmezler. Antagonist ilişki tam da bundan ortaya çıkar. Toplum kendini “belirleyerek” varediyorsa, bu durumda her bir belirleme “dışlananlar” yaratacaktır. Fakat, bunların dışsallığını, örneğin Bulgaristan ile Türkiye’nin birbirine dışsallığı gibi düşünmemek gerekir. Türkiye siyasal-coğrafi sınırlarını çizdiğinde Bulgaristan bunun dışında kalır.  Ama Bulgaristan’la ilişkisi bir yok etme ilişkisi, dolayısıyla da anatagonist değildir. Bunlar iki pozitivite, iki farklı devlet olarak varolurlar, ikisini karşı karşıya getiren bir sorun olmadığı müddetçe de birinin varlığı diğerini çok az ilgilendirir.  Oysa, toplum kendini sosyal topografik bakımdan belirlediğinde kendi dışına çektiği sınır farklı karakterdedir. Zira, sınır bu durumda toplumun içinden geçer. Örneğin, son 15 yılda AKP’nin toplumu nasıl belirlediğine ve nasıl bir dışlananlar topluluğu yarattığına gözattığımızda bunu cok açık gözlemleyebiliyoruz: İnşaata dayalı bir turbo kapitalizm, yargı ve hukuk kavramlarının iğfal edildiği son derece tartışmalı yöntemlerle askeri vesayetin ortadan kaldırılması, medyayı susturarak milli birlik tesis etmeye çalışmak, sünni islam’ı kamusal yaşamın zorunlu referansı yapmak vb vb. Bu uygulamalar toplumun ne olduğuna ilişkin açık ve sarih, zor aygıtlarıyla da desteklenmiş kaideler koydukça parallel olarak bunların dışına düşen bir kesim de ortaya çıkardılar. Ne var ki, bu dışlananlar Bulgaristan gibi tamamen dışsal bir varlık sergilemeyip, tıpkı toplumun içindekiler gibi, aynı toplumda olunduğunun işaretleri sayılabilecek kurum ve uygulamaların içinde, onlara tabi olarak yaşamaktadırlar: Türkiye Toplumu denilen coğrafyada aynı devletin yasa ve uygulamalarına tabi, anayasa ve yasalarından kaynaklanan aynı özgürlük ve hakların sahibi ve aynı kurumlara tabi olmak vb. Bu yokedilemez içerdekilik nedeniyledir ki belirlemenin koyduğu sınır gene toplumun içinden, hatta bizzat insanların içinden geçer. Bir ayaklarıyla içerde diğeriyle dışardadırlar. Ve bu ilişkinin en temel özelliğini, toplum kendini ‚belirlenmiş’ bir büyüklük olarak ortaya koyarken dışlananların ‚belirlenmemiş’ bir karaktere sahip olmalarıdır. Bölünme iki pozitivite –kendilerini tanımlamış iki varlık- arasından değil, kendini tanımlamış toplum ile ona ‚alınmamış’ dışarısı arasındadır. Dışlananlar bu aşamada henüz tanımlanmış bir varoluşa/kimliğe sahip değildirler, varlıkları dışlamaya bağlı, onunla tanımlanmıştır. Bu ince bir ayrımdır ve Laclau/Mouffe’nin akıl yürütüşlerinin bütün orjinalliği ve sırrı da toplumun içi ile dışı arasındaki sınırın bu inceliğinde yatar. Zira, bu ince ayrım popülist pratiğin oluşum zeminini oluşturur.

Kolay anlaşılması için antagonizmayı tarif ederken yukarda AKP’nin dışlamalarını saydım. On Popülist Reason’da ise Laclau sosyal temelli bölünmeyi örnek alır: kırsal kesimlerden şehirlere yeni göç etmiş kesimler[15]. Bunlar başlangıçta ancak derme çatma baraka ve gecekondularda barınma imkanı bulurlar. Laclau dışlanma argümanını buradan türetir: Bunlar çok geçmeden mesken sorunları yanında yol, su, kanalizasyon, ulaşım, okul, hastane vb gibi başka sorunlar da yaşadıklarını farkederler. Ve bunların çözümünü ilk başta siyasal-kurumsal sistemden (belediyeden, hükümetten veya idari yetkililerden) beklerler/rica ederler (request). Bunlara çözüm getirildiği ölçüde konu kapanır, mutad hayat devam eder. Bunlar sistematik şekilde karşılanmadığında, diyelim ihmal edildiğinde veya bilinçli olarak karşı çıkıldığında vb. ise farklı bir durum ortaya çıkar: İstekleri sistematik olarak karşılanmayan insanlar ile kurumsal sistem arasında bir kopuş yaşanmaya başlanır. Laclau’nun toplumsal bölünmeden anladığı ilk önce böyle bir kopuştur. Bu tür durumlarda Türkçe’de sarfedilen yaygın söz bu kopuşun işareti gibidir: “Ne biçim hükümet!” (ya da  “ne biçim devlet” veya “ne biçim belediye”). Dikkat edilirse, bu söz “devrim yapacağız” veya “sömürücülerin iktidarını yıkacağız” vb. gibi kurumsal sistemi açıktan karşıya alan bir pozisyon olmayıp, dışlanmışlığın henüz sadece kurumsal sisteme ait olamayışla sınırlı hayal kırıklığı düzeyindeki bir idrakini  dile getirir. Bu ince farkı kaydetmek önemlidir. İnsel „Halkın dile getirdiği her talep demokratik midir?” diye Mouffe’ye itiraz ediyordu. Oysa, Mouffe ve Laclau’nun kullandığı “demokratik talep” hatta “popüler talep” terimleri isteğin/talebin henüz bu “hayal kırıklığı” evresindeki halini dile getirirler. Bunlar henüz sadece “sisteme dahil olamamak” düzeyinde bir belirlenmişlik taşıyıp, bunun ötesinde hiç bir pozitif politik “belirlenme/tanımlanma” taşımazlar. Pozitif bir kimlik kazanmaları aşağıda göreceğimiz gibi - eklemlenme diye tabir edilen- daha bir dizi gelişmeye bağlıdır ve İnsel’in eleştirdiği boyutta bir anti-demokratik karakteri ancak böyle bir eklemlenmeden sonra edineceklerdir. Laclau bu durumda bile eklemlemenin nihai bir sabitleme yaratmayacağini, bu „demokratik talepler“in yüzer-gezer (floating) karakterlerinin kısmen devam edecegini, dolayisiyla da farklı eklemlemelere açık kalacaklarini söyler. „Sarı Yelekliler“in durumu buna örnektir: Benim bildiğim kadarıyla, en temel tepkileri hala ‚maaşımızla geçinemiyoruz’ ile sınırlıdır. Sola da Le Pen’e de yönelebilir olabilmelerinin gerisinde durumlarının/taleplerinin bu henüz ‚hayal kırıklığı’ düzeyindeki karakteri yatar. Siyasal anlamda ‚demokratik’ ya da ‚anti-demokratik’ karakterleri eklemlenme güçlendikçe belirginleşecektir.

Belge, İnsel ve –kısmen- Bora’nın popülizm konusunda Laclau/Mouffe’ye yakıştırdıkları düşüncelerin çoğunun bunların teorisinde yerlerinin olmadığı, en başta da toplumsal bölünmenin popülist siyaset tarzıyla ortaya çıkmadığı, aksine toplumun içi ile dışı arasında ortaya çıkan bölünmenin popülist pratiğin koşulunu oluşturduğu sanırım ortaya cıkmış olmalıdır. Yazarların „popülist siyaset tarzı“ olarak adlandırdıkları şey sürecin bu şart ortaya çıktıktan sonraki ve belirlenmemişlikten belirlenmişliğe geçişin yaşandığı evreye aittir. Bu vesile ile, Tanıl Bora’nın dile getirdiği “popülist sıfatı, hasım kültür kürelerine nüfuz edebilecek ya da kültür kürelerini yatay kesebilecek bir hegemonik kapasite geliştirmeye yarayabilir mi?”[16]  sorusu da popülist oluşumun daha ileri aşamalarını ilgilendirir. Zira, Laclau’ya göre, popülist pratik ilk önce aktüel dışlanmış istek ve taleplere pozitif kimlik kazandırma –belirleme- sürecidir. Bunda başarılı olunduğu ölçüde Bora’nın hayal ettiği işlevler de görev olarak karşısına çıkar.

°          °          °

Popülist oluşumun ikinci koşulunu ya da momentini dışlananların –Laclau’nun ifadesiyle, sistematik olarak karşılanmayan taleplerin- „eşdeğerleşmesi“ oluşturur: Aralarında mantıki bakımdan doğrudan bir ilişki olmayan, hatta birbirlerini de dışlar özellikler taşıyan heterojen talepler ve bunların taşıyıcısı toplumsal kesimler, hepsi de aynı dışlayanın gadrine uğramış olmaları temelinde „eşdeğerleşirler“. Bu anlamda Belge yukarda alıntıladığım ifadesinde bir gerçeği dile getirmektedir. Sadece yanlış bir sonuç çıkarma yoluna başvurmaktadır. Zira, iddiasının aksine popülist pratik bunların  ortak bir kimlik, pozitif bir varlık ortaya koyabilmelerinin –yegane- yoludur ve aşağıda ele alacağımız gibi bu süreç birilerinin onlara vaadlerde bulunmasıyla yürüyen bir süreç de değildir. Eşdeğerleşmenin nasıl bir durumu anlattığını kavradığımızda bu daha açık ortaya çıkacaktır. Bunu, Laclau’nun takip edilmesi zor  „fark-eşdeğerlik” (Difference- equivalence), terimleri üzerinden değil de, daha kolay anlaşılacağı umuduyla, risk alıp, Laclau/Mouffe’nin pek hazzetmediği Hegel’in “belirlenmiş Negasyon” terimi üzerinden ortaya koymaya çalışayım.

Bilindiği gibi, diyalektik, Hegel’in en meşhur tezidir ve öznenin (kavramın) olumsuzlama ve olumsuzlamanın olumsuzlanması şeklinde iki olumsuzlama aşamasından geçerek kendisini bir üst aşamada daha zengin olarak kurmasını ifade eder (aşma). “Belirli negasyon/olumsuzlama” (Bestimmte Negation) bu olumsuzlamalardan ilkinin karakterini oluşturur. Hegel’e göre, bu ilk olumsuzlamada, olumsuzlanan yaşamaya devam eder, bunun için bu olumsuzlamayı ‚belirli’ şeklinde niteler. Kojeve, bu ilişkinin yüzük ile halkası arasındaki ilişkiye benzediğini söyler: Halkanın kendi başına bir varlığı yoktur, varlığı yüzüğe bağlıdır: Yüzük varsa halka da vardır, yüzük yoksa halka da olmaz [17]. “Bu duvar beyaz değil” ifadesinde bunu hemen farkederiz. “Değil” kendi başına bir anlam ortaya koymayıp anlamlı kullanımı “duvarın beyazlığını” gerektirir. Özetle, “duvarın beyazı” kendi olumsuzlanmasında yaşamaya devam eder.

İlk bakışta banal ve anlamsız kaçan bu ifadeler popülist oluşum açısından son derece önemli ayrımların anlaşılmasını mümkün kılarlar. Bunu önce basit bir örnekte göstermek faydalı olacaktır. Bahçe düzenlemesi henüz tamamlanmamış görece büyük bir sitede oturduğunuzu düşünün. Ve düşünün ki site yönetimi bir toplantı düzenleyip boş alanların nasıl değerlendirilmesi gerektiğini tartışmaya açıyor. Site sakinlerinden genç ve spotif olanlar bir mini futbol sahası, deniz sevenler yüzme havuzu, çocuk sahibi olanlar oyun parkı, uçarı olanlar da araba park yeri istiyor vb. Ve düşünün ki uzun, yorucu ve yıpratıcı tartışmalardan sonra yönetim kısa bir toplantı sonrası mali sorunlar nedeniyle bahçeyi yandaki araba galerisine kiraya vermeyi kararlaştırdıklarını ilan ediyor. Böyle bir karar sonrasında sakinlerin homurtuyla yetinmeyip, tartışmaların harekete geçirdiği psişik enerjinin düzeyine göre masa, sandalye ellerine ne geçerse yönetimin oturduğu köşeye doğru fırlatacaklarını tahmin etmek zor değildir. Protestolar sonucu yönetimin geri adım attığını, “Kararı iptal ediyoruz. Siz ne karar alırsanız, biz sadece onu uygulayacağız” deyip köşelerine çekildiklerini ve meydanı farklı talep sahiplerine bıraktığını düşünelim. Sinirlerin bu derece gerildiği, fikirlerin aykırı düştüğünü böyle bir ortamda, demin öfkelerini ortak şekilde yönetime yönelten tarafların bu sefer birbirlerine düşeceklerini, ellerine ne geçerse bu sefer birbirlerine fırlatacaklarını tahmin etmek de güç değildir. “Herkesin yönetime karşı savaşı”, yönetim aradan çekildiğinde, “herkesin herkesle savaşı”na dönüşür. Öyleyse, demin herkesi yönetimin karşısında tek cephe konumuna sokan unsur bizzat yönetimin kendisinden, herkesi dışlayan kararından başka bir şey değildir. Yönetim bütün kesimlerin isteklerini olumsuzladığı için birbiriyle uyuşmayan talepler ve birazdan birbirine düşecek talep sahipleri ortak bir tepki ortaya koymuşlardır. Bir başka deyişle, bu birliğin kendi başına–pozitif - bir varlığı yoktur. Bunlar hatta birbirini dışlayan isteklerdir. Biri tercih edildiğinde diğerleri tamamen dışlanmış olurlar. Öyleyse, bunları ortak harekete iten, pozitif bir hedefte –bahçenin ne olacağı konusunda- anlaşmaları değil, hepsinin ayrı ayrı aynı unsur tarafından olumsuzlanmasıdır. Ortaklıklarının yegane temeli ve dayanağı bu ‘olumsuzlanma’dır. Bu olumsuzlama ortadan kalktığında ortaklık da bitmektedir. ‘Eşdeğerleşme’ işte böyle bir ortak dışlamanın yarattığı ortaklaşma ya da ‘aynılaşmayı’ anlatır. Örnekte de gördüğümüz gibi ‘esdeğerleşme’ yanyanalaştırır, örnekteki gibi ortak hareketlere de yol açabilir. Ama bu, hedefte iradi bir anlaşmanın ürünü değildir. Rejim muhaliflerinin amacına pek bakmadan her türlü protesto eylemine katılmalarının gerisinde bunların rejime karşı protesto karakteri taşımaları yatar. 

°          °          °

Popülist oluşumun son uğrağını, varlığı sırf ortak olumsuzlanmaya dayalı bu esdeğerler zincirine ‘pozitif’ bır kimlik kazandırma adımı oluşturur. Bu becerildiğinde ortaklık negativiteye bağımlı olmaktan kurtulacak, kendi başına (pozitif) bir varlık, bir iradi grup karakteri kazanacaktır. Ve populist oluşumun ancak bu evresinde populizm tercihe tabi bir ‘siyaset yapma tarzı’ olarak kendini gösterir. Zira, böyle ‘esdeğerleşme’ durumda bile her bir unsur, Laclau’nun ifadesiyle, “popülist pratik” ile “diferensiyel eklemleme” („Fark“ olarak eklemlenme) yollardan birini benimseme yoluna gidebilir. ‘Diferensiyel eklemleme’, her bir talebin diğerlerinden izole, sırf kendisiyle sınırlı bir hak mücadelesi şeklinde gerçekleşme arayışını dile getirir. Yani, Kürtlerin sadece kürt talepleriyle, kadınların sadece kadın haklarıyla, işçilerim sadece işci haklarıyla vb sınırlı bir mücadele yürütmeleri. Bu tercihin gerisinde talep sahiplerinin „ideolojik yönelimleri“ yatabileceği gibi, iktidarın „diferensiyel eklemlemeyi“ daha cazip, daha elverişli, sonuç alıcı hale getiren taktik hamleleri de yatabilir. Bunun bir etkisi, eşdeğerler zincirinin bölünmeye uğraması ve zayıflamasıdır. Girişim başarılı olduğunda sözkonusu talep kurumsal sisteme „kazanılmış hak“ (fark, differenz) şeklinde eklenir. „Çözüm Süreci“ esnasında –yani masa yıkılmadan önce- Kürt hareketinin durumu bu konuma çok yakındır. Bu yol, popülist olmayan siyaset yapma tarzıdır. “Diferensiyel eklemleme” bunu anlatır.

İkinci olarak, dışlananlar „eşdeğerler zinciri“ne, yani dışlanan talepler topluluğuna pozitif bir varlık, pozitif bir kimlik kazandırma arayışına gidilebilir. Bu durumda, ortaklıklarının dayanağı sırf aynı erk tarafından olumsuzlanmaya –yani sırf negativiteye- bağlı olmaktan çıkıp bu kimlikte ifadesini bulacak olan pozitif bir temel kazanacaktır. Bu becerilebildiğinde, kurumsal sistem ve egemen blok karşısına kendi pozitif kimliğiyle çıkan ikinci bir karşı-blok vasfı kazanırlar. Ve böylece antagonizmanın ima ettiği bölünme, tabiri caizse, “sübjektif boyutta“ da tamamlanmış olur, hakim ilşkilere ve egemen iktidar blokuna karşı hegemonya arayışı içinde –yani toplumu farklı şekilde tanımlamaya, belirlemeye çalışan- alternatif bir blok/güç ortaya çıkar.

Belge, İnel ve Bora’nın müphemliği nedeniyle eleştirdikleri ve popülist siyaset tarzının alameti farikası saydıkları „halk“ tabiri, işte bu eşdeğerler zincirini isimlendirmede kullanılan bir terimden öte bir şey değildir. Üstelik bu isimlendirmenin zorunlu yegane tabiri de değildir. Tarihte örneğin ulus, hatta işçi sınıfı tabirleri de bu işlevi pekala hakkıyla doldurabilmiştir. Sırf „isimlendirme“ olmaları bu tabirlerin seçiminin bir keyfiyet konusu olduğu anlamına gelmez. Aksine, örneğin sınıf yada ulus kavramlarının eşdeğerler zincirindeki diğer taleplerle çatışan içeriklerle çok fazla ‚kirlenmiş’ olmaları bunların kapsayıcılıklarını daraltan, zincirin bütününü temsil kabiliyetlerini zayıflatan bir unsur olarak karşılarına dikilir. Hatta bugünün Türkiye’sinde ulus teriminin böyle bir temsil kabileyetinin dumura uğradığı bile ileri sürülebilir. Farklı terimlerin, özellikle de halk teriminin isimlendirme ve temsil konusunda rahat kullanım bulmasının gerisinde bu terimin/terimlerin müphem karakterleri yanında zincirdeki unsurlarla çatışma yaratabilecek herhangi bir içerikle –pek- kirlenmemiş olmaları yatar. Dolayısıyla popülizm tartışmasını ‚halk’ teriminin kullanımına bağlı olmaktan çıkarmak doğru olur. Popülist pratiğin başarısı, oluşumun bu son uğrağında eşdeğerleri temsil kabiliyetine sahip isimlendirmeler bulup bulamayacakları ile yakından ilgilidir. Diğer unsurlarla çatışan isimlendirmelerde ısrar, eşdeğerler zinciri içinde ikinci bir dışlamaya yol açar ve zincirde kırılmalara neden olur. 70’lerde böyle bir bölünme ‚halk’ ve ‚halklar’ şeklindeki isimlendirmeler üzerinden yaşanmıştı. Günümüzde ise ‚ulus’ isimlendirmesi benzer bir potansiyel taşımaktadır.

‚Halk’ teriminin popülist pratikte oynadığı rol her üç yazarın da düşündüğü derecede kurucu olmayıp, temsil yeteneğinin desteklemesi/engellenmesi ile sınırlıdır. Laclau bir unsurun temsil rolünü üstlenebilmesi için kendini somut içeriğinden arındırması, kendini ‚boş gösterene’ dönüştürmesi gerektiğini söyler[18]. Bu ifade, bir yanıyla, yukardaki tartışmaya açıklık getirici iken, öte taraftan, temsil yeteneğinin sanki sadece unsurun kendini boş gösterene (sırf isime) dönüştürmesiyle elde edildiği gibi anlaşılmaya yatkın olduğu için de problemlidir. Ben, Laclau’nun yarattığı izlenimin aksine, ‚boş gösteren’e dönüşmenin temsildeki rolünün, yukarda ortaya koymaya çalıştığım gibi, daha mütevazi olduğu kanaatindeyim. Fakat, gene de bir ‚travmatik olana’ doğrudan atıfta bulunmadan hiç bir isimlendirme ‚isimlendirme işlevi’ni dolduramaz. Bunu izleyen bölümde ayrıntılı ele alacağız. Popülist temsil yeteneğini sırf teriminin müphemliğine bağlamak, bence, ‚Hocanın kerametini kavuğuna yüklemek, olur. Temsilde duygulanım isimlendirmeyle açıklanamayacak temel bir işlev üstlenir ve isimlendirmeyi duygulanımla karşılıklı ilişkisi içerisinde ele almak doğru olacaktır.

°          °          °

Tanıl Bora Sol Popülizm (II) makalesinde Aybar’dan Ecevit ve Devrimci Yol’a kadar solda bir çok popülist denemeye değiniyor. Bu bölümde ileri sürdüğüm düşünceleri Aybar’ın siyasal-tarihsel anlatımları üzerinden göstermek çizdiğimiz teorik çerçevenin anlaşılması bakımından  açıklayıcı olacaktır.

Aybar hatıra kategorisi çerçevesinde yazdığı hacimli Türkiye İşçi Partisi Tarihi kitabında 1960 darbesinden hemen önceki şartları anlatırken Demokrat Partinin son günlerinde iyice ortaya çıkan toplumsal bölünme ile dışlananların eşdeğerleşmesini sarih şekilde tasvir eder.

„1960 yılının 28 Nisan’ı (…) … yumuşak bir gün… Oysa sinirler gergindi. Vatan Cephesi’nden sonra şimdi bir de Tahkikat Komisyonları kurmuşlardı … (Komisyon) İşe başlar başlamaz parti çalışmalarını yasaklamış, ana muhalefet partisinin elini kolunu bağlamıştı. Gazeteler komisyonla ilgili haberleri veremiyorlardı. Gazete kapatılabilir, toplatılabilirdi. Evlerde arama yaptırabilir, kişisel eşyalara el koyabilirdi. Dilediğini tutuklatabilirdi. DP, iktidarı kaybetme korkusu içinde akıl dışı işler yapıyordu. Herkesi karşılarına almışlardı. (İtal. Benim –MK)“[19]

Devam eden günlerde Ankara ve İstanbul’da ilan edilen sıkıyönetimler sert tedbirlere başvurur:

„İki kişiyi aşan topluluklara ateş açılacağı ilan edildi. … Gazeteler kapatılıyordu. „Bizden olanlar, bizden olmayanlar“ diye millet ikiye ayrılmıştı. Demokrasi ve özgürlük getireceğiz diye yola çıkanlar, şimdi hak hukuk tanımıyorlardı.“ (s. 20-1).

„Köylerde, kasabalarda, kentlerde yurttaşlar Vatan Cephesi’ne yazılmaya çağrılıyordu. Ne biçim işti bu? Cephe hangi düşmana karşıydı? ‚Bizden olmayanlar, düşmanımızdır’ biçiminde özetlenen ilkel ve tehlikeli bir zihniyetin simgesiydi Vatan Cephesi. Zaten köylerde, kentlerde yurttaşlar ikiye bölünmüştü. Demokratların camileri, kahveleri ayrı; CHP’lilerin cami ve kahveleri ne zamandır ayrışmıştı. Şimdi bu bölünme daha da keskinleştirilmek isteniyordu. Vatan Cephesi’ne yazılmayanlar düşman gözüyle görülecekti. … Vatan Cepheli kalabalıklar, CHP mitinglerine saldırıyordu, emniyet kuvvetlerinin hoşgörülü bakışları arasında…“ (s. 22).

Düşmanlaştırılanlar, dışlamaya maruz kalanlar, Aybar’ın anlatımına göre, öyle fikren pek  uyuşan kesimler değildir. Böyle bir ortak düşmanlaştırma olmasa belki birbirlerini yok edecek heterojen kesimler, iradi tercihleri olarak değil, sırf aynı güç tarafından dışlanmaları temelinde –tabiri caizse rızaları hilafına- ‚karşı taraf’ olarak öbeklenmiş haldedirler. Daha doğru bir deyişle, aynı tarafa ‚kovalanmış’ durumdadırlar. Aybar’ın anlattığı „CHP’li avukatlar“ hadisesi bunun belgesi gibidir. 2 Mayıs 1960 günü adliyede bir grup CHP’li avukatın Taksim Anıtı’nda cüppe bırakacağı sözleri dolaşmaya başlar. Polis hemen adliyeye saldırır. Avukatlar kapıları kapatıp direnmeye çalışırlar. Polis içeri girdiğinde önüne geleni araçlara doldurmaya başlar[20]. Aynı gün NATO toplantısı için İstanbul’da bulunan yabancı gazeteciler de olayları anlamak için adliyeye koşmuşlar, dil bildiği için bunlardan biriyle konuşmak da Aybar’a düşmüştür. Bunun üzerine gözaltına alınır ve Emniyete götürülür. Sirkeci emniyeti gözaltına alınmış göstericilerle doludur. Aybar emniyete götürülürken kafasından geçenleri kitaba alır: „Jeep’le yolculuk rahat değildi. Bu sessiz sokakların birkaç saat sonra canlanacağını düşünüyordum. Sokak aralarından gene gençler fırlayacak, „Memderes istifa!“ diye bağırıp, polisler gelmeden dağılacaklardı. Hiçbirini tanımazdım. Ama şu anda diktatöre karşı aynı direnişin içinde olan insanlardık. Onların akıbetini payaşmaya götürülüyordum. Bu düşünce beni rahatlattı“ (ital. benim- MK; s.22). Cüppe bırakmayı tasarlayan avukatlar da emniyettedir. Bunların Aybar’la ilişkileri gerilimli heterojenliğin tam somutlaşmış halidir:

„Aralarında ‚Siz solcunuz, uzak durun’ diye bizi tersleyen bayan avukat da vardı. Gafil! Menderes’in hepimizi aynı kefeye koyduğunu acaba şimdi farkedebilmiş miydi?“ (ital. Benim-MK) (a.y.).

Aybar Tek Parti yönetiminin son döneminlerini anlatırken de benzer bir resim çizer. Hatta, daha sonraları keskin anti-komünist olacak DP’lilerin bu dönemde işi kendisi ve Zekeriya Sertel gibi komünistlerle ortak toplantılar yapmaya kadar vardırdığını aktarır. Sertel ve Aybar Fevzi Çakmak’la bile görüştürülmüştür. Bilindiği gibi DP iktidar olduktan sonra o dönemde eşdeğerleştiği kesimlerin çoğunu hapse atacaktır. (bak. s.32 vd.).

CHP ne 60 darbesi öncesinde ne de sonrasında başarılı bir popülist pratik sergileyemez. Askerler ise, darbe esnasında umutların yüklendiği unsur olmalarına rağmen popülist bir pratikten düşünce olarak da çok uzaktırlar. Popülizm 65 sonrasında sağın politika tarzı olacaktır. Ama biz dikkatimizi Aybar ve TİP’e yöneltelim. TİP 1961 yılında 12 sendikacı tarafından „sırf işçilerin partisi“ olarak kurulur. Bunu kurucuları arasına sendikacılardan başka kimseyi almamalarından çıkarıyoruz. Ama „sırf işçi partisi“ olma iddiası ve muhtemelen sadece işçilerin sorunlarını konu etmeleri oluşumun işçi olmayan başka kesimleri temsil kabiliyetlerini ortadan kaldırır. Parti varlık gösteremez, dağılma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Kurucular soluğu Aybar’ın avukatlık bürosunda alırlar, ona partiye başkan olmasını önerirler. Aybar’ın yaptığı en önemli iş, bölünmenin isimlendirmesinde yaptığı köklü değişikliktir: Karşı tarafı „Ağa-Bey takımı“, eşdeğerleri de seslerini çıkarmadan onlara tabi olmaları istenen mazlum halk olarak isimlendirdiğinde sadece işçiler değil, kürtlerden aydınlara, esnaftan köylülere çok geniş kesimler kendilerini „çağırılmış“ (Althusser) hisseder. Bunlar partiye dolar, TIP 65 seçimlerinde kırsal kesimlerden de hiç ummadığı kadar gelen oylarla 15 Milletvekili çıkarır.

Aybar’ın sonunu hazırlayan da gene söyleminin popülist karakterini kaybetmeye başlamasıdır. Hem Türkiye devriminin sosyalist karakterde mi yoksa demokratik karakterde mi olacağı konusundaki parti içi ideolojik tartışmalar, hem de Sovyetler birliğinin Çekoslavakya’yı işgali parti pozisyonlarının daha somut, daha kesin belirlenmesini dayatır. Tanımlamanın kesinleşmesi ise daha önce tartıştığımız gibi daha dar sınırlama ve dışlama anlamına gelir. Sosyalist devrim belirlemesi YÖN’cülerin partiyi terketmesiyle sonuçlanır. İşgale karşı çıkması da parti içinde yeni bölünmelere yol açar. Aybar ilaveten, Aren’in uyarılarına rağmen kendini iyice hissettirmeye başlayan gençlik eylemlerine de mesafeli durur. Partiyi ve partilileri bunlardan uzak tutmaya çalışır. Peşinden  biraz da kişisel yönetim tarzı nedeniyle diğer yönetim kurulu üyeleriyle arası açılır. Bunların hepsi TİP’in popülist temsil kabiliyetini ortadan kaldıran gelişmelerdir. Parti 70’lere gelindiğinde tekrar ‚sadece işçi partisi’ iddiasına geri dönecektir. 70’ler TİP’in varlığı ile yokluğunun ayırdedilemediği yıllardır.

 

II

Laclau eşdeğerler zincirinin ancak zincir içinden bir unsur tarafından temsil edilebileceğini söylüyor. Bu önemli belirlemenin neyi ima ettiği konusunda tatmin edici bir idrakin eksikliği Laclau’da da fark edilen bir yandır.  Tezlerini felsefi-mantıki bakımdan en ince ayrıntısına kadar sergilemeye büyük özen gösteren Laclau’nun sosyolojik yanı sadece örnekler düzeyinde ele almasının da bunda rolü olsa gerektir.

Laclau’nun Popülizm tanımının özünü ‚parçanın bütünü temsil etmesi’ oluşturur. Ancak, bu ifadeyi daha geriden takip etmek gerekir. Zira, gene Laclau’dan anlaşıldığı kadarıyla, bu, dışlananlar içinden bir kesimin diger dışlananları temsilinden önce, bir sorunun diğer bütün sorunların metaforu/temsilcisi haline gelmesini anlatır[21]. Bir sorun büyüyüp, diğer bütün sorunlar o aşılmadan halledilemeyecek gibi travmatik bir dünya algısı ortaya çıktığında, bu sorun  diğer bütün sorunların yoğunlaşmış ifadesi haline gelmiş demektir. Kavramı Freud’un tanımladığı anlamda kullanıyorum. 70’li yılların ‚can derdi’ bu duruma verilecek en canlı örnektir. Ve ‚can derdi’nin bu özel konumu hesaba katılmadan ne Ecevit’in ne de Devrimci Yol’un popülist pratiklerini anlamak ve  açıklamak mümkün değildir. Günümüzde de ülke içinde ifade ve örgütlenme, dünya ölçeğinde ise ‚Göçmen’ ve ‚Çevre’ sorunlarının benzer bir temsil üstlendikleri görülmektedirler. Laclau’nun ‚yazım yüzeyi’ terimini duruma tercüme edecek olursak, insanların diğer bütün sorunlarını bu sorun üzerinden yaşadıklarını söyleyebiliriz. Bu özel sorun hayatın bütünü gibi algılanır ve yaşanır. Argo bir ifadeyle, bu sorunun hayatın bütününü işgal ettiğini de söyleyebiliriz. Bu sorunun çözümü diğer sorunların çözümünün ufku; bu özel sorun konusunda kendini umut haline getirmiş kesim de diğer bütün sorunların çözüm umudu ve ufku haline gelir, böyle algılanmaya başlanır. Bu durumda, farklı ve heterojen taleplerin taşıyıcıları kendi özel taleplerinin bir özelliği nedeni ile değil –örneğin kapitalist sömürü kalktığında çevre sorunu da kalkar vb gibi-, bu ‚temel’ soruna ilişkin attıkları adımlar temelinde diğer taleplerin taşıyıcılarının ‚umudu’ haline gelirler.

DİSK’in 70’li yıllardaki pratiğinin gösterdiği gibi, bu konudaki yetmezlikleri veya ilgisizlikleri, kendi alanında ne kadar güçlü bir örgütlenme yaratmış olurlarsa olsunlar, başka sorun sahiplerini temsil yeteneklerini ortadan kaldırır. Birazdan daha ayrıntılı göreceğimiz gibi, Devrimci Yol’un kitleselleşmesinin gerisinde, sergilediği pratiğin bu ‚metaforik temsilci’ sorun konusunda insanlara nefes alabilecekleri alanlar açabilmiş olması yatar. Bu işlevi dolduramamaya başladığında da taban altından kaymaya başlamıştır.

°          °          °

Duygulanıma böyle bir temsil ilişkisinin ortaya çıkışında belirleyici bir rol düşer. Ama bu rolü, eklemlenenlerin pasif-edilgen bir konumda olup, eklemlenmenin manipülatif olduğu gibi düşünmemek gerekir. Aksine onlar sürece aktif unsurlar olarak katılırlar. Ancak bu aktiflik terimin ilk akla getirdiklerinden farklı bir karekter taşır. Konunun karmaşıklığı nedeniyle bunu yakın tarihten iki olay üzerinden ele almanın anlaşılmayı kolaylaştıracağını düşünüyorum.

Gezi kalkışması „eşdeğerleşme“ evresine ulaşmış, ama bir sonraki - kendini pozitif olarak temsil - aşamasına sıçrayamamış bir gelişimin radikal örneğidir. Çevrecilerden eşcinsel ve futbol taraftarlarına, MHP’li milliyetçilerden sosyalistlere, kadın hareketi ve Kürt ülusalcılarına kadar AKP iktidarı döneminde dışlanmış ne kadar kesim varsa, neredeyse hepsinin yanyana geldiği bu olaylarda popülist oluşumun yukarda saydığımız -tabiri caizse- objektif iki koşulunu da buluruz. AKP’nin yarattığı dışlama ve bu dışlamanın yolaçtığı nefret olmasa, bu unsurların çoğunun yanyanalığını hayal etmek bile zordur. Hatta başlangıçta hem Kürt kesiminin hem de Ulusalcıların sırf ötekiler var diye Gezi’ye mesafeli durdukları da en yetkili ağızlarından kamuoyuna net bir şekilde yansımıştır. Ama olaylar başladığında bırakın bunları, MHP’liler bile dahil olurlar. Bu birlikteliğin AKP sayesinde oluştuğu, kendileri olmasa bu grupların yan yana bile gelemeyeceği bizzat iktidar sözcüleri tarafından da açıkça ifade edilmiştir. Gezi’de eksik olan popülist temsil ve söylemdir. Eşdeğerler içinde, belki de olayların ani ve hızlı patlak vermesi nedeniyle, hiç bir kesim diğerlerini de temsil edecek bir eylem ve söylem geliştirme imkanı -belki de zamanı- bulamamıştır. Dolayısıyla oluşum, bölünme ve –kısmen- eşdeğerleşme uğraklarını tamamlamış, ama son uğrak zinciri temsil konusunda tıkanıp kalmıştır. Buna rağmen olayların nasıl olup da bütün bu geniş katılımla kelimenin gerçek anlamında „patlak vermesi“, oluşumun bence en ilginç yanındır ve özel bir incelemeyi hakeder. Kanımca bu Laclau’nun Popülizm teorisinde ihmal edilmiş bir yandır. Dolayısıyla bunu kendi düşünsel imkanlarımızla tamamlamamız gerekecektir.

Laclau’ya göre popülist temsil duygulanıma (Affekt/affect) dayanır, rasyonalist (anlam/fikir/argüman) bir temel üzerinde değil duygulanım üzerinde inşa edilir. Bunun ilk halkasının bir sorunun diğer sorunların yoğunlaşmış temsilcisi haline gelmesi anlamına geldiğini yukarıda ele aldım. Laclau’nun bu boyutla pek uğraşmadığı, söylediklerinin işin ‚işlevi doldurma’ boyutuyla sınırlı olduğunu ekleyelim. Laclau bu temsilin bir ‚radikal yatırım’a dayandığını ve bu yatırımın içeriğinin de duygulanım olduğunu söylüyor. Ne var ki, duygulanımdan neyi kasdettiği ve nasıl bir mekanizma temelinde ‚yatırıldığı’ Laclau’nun tatmin edici şekilde ortaya koyduğu konular değildir. Duygulanımın jaussance’a dayandığını söylemekle yetinir.  Sözlükler jaussance’ı zevk, haz, hatta orgazm olarak veriyorlar. Jaussance’ın popülist pratikte ne tür bir haz ya da zevki –hatta orgazmı- ima ettiği ise Laclau’da açıklanmış değildir. Böyle sınırlı bir anlatımın  duygulanımın Gezi’deki rolünü anlamaya yetmeyeceği açıktır.

Bu boşluğun Freud’a müracaatla bir ölçüde doldurulabileceği düşüncesindeyim. Zira, onda duygulanımın temeli ve mekanizmalarına ilişkin açık ifadelere rastlarız. Duygulanımın gerisinde ona göre „bastırma“, yani bir isteğin gerçekleştirilmesinin engellenmesi ve bunun yol açtığı gerilim enerjisi yatar[22]. Örneğin, çok sıkıştığınız bir durumda tuvalet kapısının kilitli olmasının sizde yarattığı gerilim ve duygulanım (kızgınlık, öfke) gibi. Bu gerilim enerjisinin özelliği ortaya çıkmasına neden olan nesne ya da düşünceden kopabilmesi, bunlardan bağımsız serbest dolaşım gösterebilmesi ve ortaya çıkışı ile hiç alakası olmayan bambaşka bir nesne veya düşünceye aktarılabilmesi/yüklenebilmesidir. Örneğin, şefe kızıp çaycıyı dövmek –„hıncını ondan çıkarmak“- gibi. Gerilimin boşaltılması/azalması keyif (Lust) verirken çoğalması keyfi yokedicidir, keyifsizlik (Unlust) verir. İnsanın pşisik mekanizması ise keyifin çoğaltılmasına keyifsizliğin azaltılmasına odaklıdır. Gerilimi hemen boşaltmak ister, boşaltmanın engellenmesi keyifsizlik verir. Sevgi, nefret, öfke vb gibi değişik duygulanımlar bu enerjinin değişik nesnelere değişik şekillerde yüklenmesi, değişik nesneler üzerinden boşaltılması, dışa vurumu veya bunlar tarafından engellenmesi olarak ortaya çıkarlar. Bizzat Freud çok öne çıkardığı için ben de cinsellik üzerinden anlatılanları biraz daha anlaşılır hale getirmeye çalışayım. İnsan anatomisi cinsel dürtü birikiminin düzenli aralıklarla boşaltılmasını arzular. Gecikmesi gerilimi artırır. Freud’a göre sevgi bu süreçle yakından alakalıdır: boşalmayı bir dahaki sefere de gerçekleştireceğini tasavvur ettiğimiz için cinsel nesneyi (örneğin kadın veya erkek) severiz[23]. Bu akıl yürütüs temelinde, birikmiş cinsel gerilim koşullarında ilişki teklifinin -kabul edeceğini umduğumuz bir kişi tarafından- reddinin de tersi doğrultuda bir duygulanıma, örneğin büyük bir öfkeye yol açacağı kolaylıkla kestirilebilir.

Buradan hareketle, toplumsal taleplerin sistematik engellenmesinin de benzer bir gerilim birikimine yol açacağını, ve bu gerilimin kendine sürekli boşalma nesneleri arayacağını söyleyebiliriz. Gezi’nin gerisindeki ortak AKP nefreti böyle bir durumdur. Enerji boşaltımını engellediği için nefret nesnesi haline gelmiştir. Enerjinin azaltılmasının keyif verdiğini ifade ettik. Eğer herhangi bir kişi veya kurum/örgüt vb, kendisini AKP hakimiyetinden kurtuluşun umudu haline getirebilirse, bu, gerilim enerjisinin boşalması/azalması anlamına geldiği için keyif verici bir işlem haline gelecek ve bu kişiyi –cinsel sevgide olduğu gibi- sevgi ve sempati nesnesi haline getirecektir.

Gezi’de yaşananlar duygulanıma dayalı bu mekanizmanın biraz farklı bir versiyonu olarak karşımıza çıkarlar. Bu versiyonun ipuçlarını Freud’in ‚Rüyaların Yorumu’ ve ‚Fıkra ve Bilinçdışı ile ilişkisi’ kitaplarında buluruz. Rüyanın ortaya çıkış koşullarını formüle ederken Freud’un sarfettiği önemli bir cümle vardır: Eğer rüyanın gerisinde engellenmiş istekler yatıyorsa, ve rüya isteğin gerçekleşmesi ise, bu durumda, rüya içeriklerinden birinin uyku durumunda sansürü aşacak veya yandan geçecek bir özelliğe sahip olması gerekir[24]. Aksi takdirde istek uyku halinde de bastırılmış kalmaya devam edecektir. Fıkralarla ilgili metinlerinde de fıkranın en temel işlevinin sansürün aşılması, fıkranın buna imkan ve vesile yaratması olduğunu ifade eder.

Buradaki fikirlerin Gezi’ye tercümesi biraz karmaşıklık sergilese de, gene de anlaşılacak türdendir. Ortada bir temsil olmadığı için radikal yatırımın bir kişi veya örgüte yapıldığını düşünmek mümkün değildir. Bu durumda Gezi’yi fıkradakine benzer bir ‚sansür aşma’ işlevi üzerinden okumak gerekir. Gürüldüğü kadarıyla, MHPlilerden Kürtlere kadar bu kadar geniş ve heterojen bir kalabalık küçük bir çevreci grubun başlattığı protestoya çevreye ilişkin duyarlılıklarından veya onlara umut bağlamalarından dolayı değil, içlerinde birikmiş yoğun gerilimi boşaltmaya uygun bir vesile/imkan buldukları  için katılmışlardır. İlk katılmaların problemsiz yürümesi olayın enerji boşaltma vesilesi/imkanı rolünü daha da güçlendirmiş, enerji boşaltma vesilesi arayan daha geniş kesimlerin katılımlarının önünü açmıştır. Gezi bu işlevin ötesine ne yazık ki geçememiştir ve ona dışlanmışların AKP nefretlerini boşaltma  imkanı sunmanın ötesinde bir anlam yüklemek mümkün görünmemektedir. Bu anlattıklarımız bir noktayı daha ortaya koyar: Taşıyıcıların sürekli enerjiyi boşaltma vesilesi arayışı içinde olmaları, bunları, vesile olacak nesnelere duygulanım yüklemesi yapmalarına da teşne (eğilimli, hazır) hale getirir.  Bir başka ifadeyle, temsilin ortaya çıkışında dışlananlar da gerilimlerini boşaltacak nesne arayışı içinde olma vasıfları itibariyle aktif konumdadırlar. Gerilim ne kadar fazlaysa, vesileyi sunan o kadar yoğun bir duygulanım yatırımın nesnesi haline gelecektir. Gezi’de bu vesile olma işlevi sadece zemin/arena sunmakla sınırlı kalırken İstanbul seçimleri bunun temsil alanına da sıçradığı bir örnek teşkil eder. Ve bu nedenle, popülist karakteri çok daha göze çarpıcıdır.

Hatırlanırsa, İmamoğlu seçim kampanyasını somut, ayrıntılı bir vaad programı ile yürütmedi. Söyleminin odağına sadece bir negativiteyi, „kurtulma“yı oturttu: israftan, yandaşlıktan, adam kayırmadan vb kurtulma. Fakat ‚yandaşlık’ o kadar temel bir sorun haline gelmişti ki İstanbul seçimine ve İmamoğlu’na Erdoğan ve AKP’den ülke çapında kurtulma gibi kendi somut içeriğini kat kat aşan bir anlam yüklendi. İnsanlar bu seçime böyle bir anlam yüklemeye zaten teşne idiler. Böyle bir vesilenin arayışı içindeydiler. İstanbul seçimi birikmiş tepkileri açığa vurmanın vesilesi ve arenası,  İmamoğlu da Erdoğan’dan kurtulmanın umudu oluverdi. İnsanlar İmamoğlu’nda „Erdoğan’ı nihayet  yenilgiye uğratmanın“ hazzını yaşamak istedi, o da söylemleriyle bu umudu yaratmayı becerebildi. Kendisine gösterilen sevgi ve ilginin temelinde yatan şey böyle bir hazzı yaşatabilecek bir nesne olmanın yolaçtığı pozitif duygulanımdır. Söyleminin müphemliği bu süreçte İmamoğlu’nu destekleyen bir avantajı olmuştur.

°          °          °

Ecevit’in 12 Mart 1971 muhtırası ile başlayan ve 60’ların yarattığı sol hareketin son derece zalim yöntemlerle bastırıldığı askeri dönemden çıkışta yakaladığı temsil kabiliyeti de benzer bir temele dayanır. Ecevit’in Demokratik Sol’unun bileşenleri sendikalardan köylülere, Alevilerden memurlara, öğretmenler ve aydınlara, hatta ezilmiş radikal solun geride kalanları ve yeni sempatizanlarına 12 Mart’ın mağdurlarıdır. Süreç biraz farklı işlemiş olsa da Ecevit de İmamoğlu gibi 12 Mart koşullarından kurtuluşun umudu haline gelmiştir. İnsanlar umutlarını ona yatırmışlardır. Ancak Ecevit bir popülist oluşum bakımından İmamoğlu’ndan daha ileri bir noktaya ifade eder. Zira, İmamoğlu’ndan farklı olarak ‚Demokratık Sol’ belli bir içeriğe de sahiptir. Bu nedenle de, eşdeğerler zincirinin varlığını sırf ortak olumsuzlanmaya bağlı olmaktan çıkarıp, kendi hedeflerine sahip bir varoluşa kavuşturabilmiştir. Demokratik Sol harekette aidiyet duyulan bir grup olunduğunun bütün işaretleri mevcuttur. Bir Karaoğlan efsanesi doğmuş, etrafında son derece çeşitli bileşenlerden hedefleri de belli bir bileşik hareket - popülist oluşum- yaratılmıştır. Bu bakımdan hem Gezi’nin hem de İmamoğlu’nun şu anki konumunun çok ilerisinde bir noktaya ulaşmıştır. Ne var ki, başta AP, „iktidarı bırakmak istemeyen“ sağ güçler komünizm tehdidi temelinde ve içinde sokak şiddetini de içeren bir strateji ile bu bloku dağıtma girişimine başladıklarında, Ecevit’in kendi tabanıyla imtihanı da başlamış olur.

°          °          °

Necmi Erdoğan hem Ecevit’in Demokratik Sol’unun hem de Devrimci Yol’un kitleselleşmelerinde bunların her ikisinin de popülist siyaset tarzını uygulamış olmalarının ciddi etki ve katkısının olduğunu yazıyor. Anlatımının problemli yanını, bunların iki farklı popülist  girişim olduğu şeklinde yarattığı intiba oluşturuyor. Böyle bir izlenimin doğmasında Erdoğan’ın da diğer yazarlar gibi popülist siyaset tarzını tercihe dayalı bir araç gibi ele almasının rol oynadığını düşünüyorum.

Laclau, liderin „Tamlığı“ temsil ettiğini söyler. Bu ilişkide temsil edilen „Tamlık“, tarif edilmiş bir içeriği değil, en genel haliyle sırf ‚hiç bir kırılmanın (dislocation) olmamasını’ ifade eder. Karşımıza çıkan soru şudur: Böyle tanımlanmamış, aslında (var)olmayan bir büyüklük nasıl temsil edilebilir?

Freud Hemmung, Sympthom und Angst başlıklı uzun makalesinde buna duygulanım temelinde bir açılım sunar. Makalede çocukların karanlık ortamlarda çok korktuklarını ifade ettikten sonra, Anne veya çok sevdikleri bir başka kişinin sesini duymalarının korkuyu ortadan kaldırdığını yazar. Ve buradan, sevdikleri kişilerin çocuklar için „her türlü tehlikeye karşı garanti/güvence“yi  temsil ettikleri sonucuna varır[25]. Bu gözlemin Tamlığın temsili tartışmamıza çok rahat tercüme edilebileceğini düşünüyorum. Eğer korku, hayatın akışkan yaşanmasında bir kırılmayı ifade ediyorsa, „her türlü tehlikeye karşı güvence“ olmak, onun akışkan yaşanacağının ve bu anlamda eksikliği hissedilen „Tamlık“, ‚eksiksizlik’in temsilidir. Dikkat edilirse, „sevgi temelinde her türlü tehlikeye karşı güvence/garanti olmak“ Tamlık’ın sırf duygulanım temelinde temsilidir.  Freud’un bu düşüncesinin takibinin hem Devrimci Yol’un Ecevit hareketiyle ilişkisinin, hem de onun kitleselleşmesinin şifrelerini ortaya koyacağını düşünüyorum.

Ecevit de benzer şekilde Tamlık’ın temsilcisidir. Karaoğlan bir efsane kahramanı gibi muhtemel her türlü tehlikelerin de yaşanmayacağının güvencesi/garantisidir. Ne var ki, Laclau, daha önce de aktardığımız gibi, Tamlık’ı temsil eden unsurun bu işlevi doldurmada yetersiz kalabileceğini, ortaya bir işlev boşluğu çıkabileceğini ve bunun da başka bir güç tarafından doldurulabileceğini söylüyor. Bu durumda Tamlık’ın temsili de el değiştirecektir. Başka bir güç Tamlık’ın, dolayısıyla da diğer unsurların da temsilcisi konumuna yükselecektir. Devrimci Yol’un yükselişini ve kitleselleşmesini sağ güçlerin sol bloku şiddet yoluyla dağıtma staratejileri karşısında Ecevit’in „her türlü tehlikeye karşı garanti/güvence olma“ işlevini doldurmakta yetersiz kalması ve bu işlev boşluğunun Devrimci Yol tarafından doldurulması üzerinden okumanın doğru yol olduğu kanaatindeyim. Devrimci Yol’un dergilerinde, bildirilerinde veya meydan konuşmalarında işçi sınıfı yerine „halk“ terimine müracaat etmesinin onun kitleselleşmesinde oynadığı rol N. Erdoğan’ın veya Tanıl Bora’nın zannettikleri ölçüde değildir. Öyle olsaydı, isimleri „Halkın …“ diye başlayan bir dizi sol grubun kendilerini en azından küçük tekke konumundan kurtaracak bir taban yakalamaları beklenirdi. Kimi şehirlerde bizzat CHP yöneticilerinde bile hayatta kalmalarının Dev-Gençliler sayesinde garanti altında olduğu şeklinde bir idrak ortaya çıkmışsa, bu durum Ecevit’in etrafındaki geniş Sol blokun çeşitli bileşenlerinin neden giderek Devrimci Yol’a meylettiklerini de açıklar. Burada yaşanan şey „Tamlığın temsili“nin el değiştirmesidir. 1978 sonuna kadar Ecevit’in sosyal projeleriyle kıyaslandığında neredeyse dişe dokunur hiç bir şey söylememiş bir Devrimci Yol’a insanların akın akın yönelmelerini başka türlü açıklamak da mümkün görünmemektedir. 1975’lerin özellikle sendikalar içindeki güçlü TKP’sinin neden giderek silindiğinin açıklaması da burada yatar. TKP ve sendikalar bu yıllarda tam da Laclau’nun „diferensiyel eklemleme“ dediği tarz politika yaptıkları, kendi özel talepleri dışında hiç bir şeyle uğraşmadıkları, özellikle de insanların can derdine tamamıyla sırtlarını döndükleri için siyasal hayatın da dışına düşmüşlerdir.

Başta Fatsa olmak üzere, sosyal projelerin de gündeme geldiği daha sonraki dönemde ise Devrimci Yol’un kitleselleşmesinin hızı daha da artmıştır. Özetle, hem Ecevit hem de Devrimci Yol, iktidarı bırakmak istemeyen sağ güçlerin şiddet stratejilerine maruz kalmış aynı mağdurlar topluluğundan beslenirler. İkisinin de varlığı bu topluluğun temsiline dayanır. Ecevit başlangıçtaki temsil unsuru iken, Devrimci Yol onun bıraktığı işlevsel boşlukları doldurabildiği için aynı grup içinde hegemonik konuma –en azından grubun temsilinde alternatif odak durumuna- yükselebilmiştir. Ne var ki, ne Ecevit’in ne de Devrimci Yol’un aynı zeminden beslendiklerini, daha doğrusu, varlıklarının bir bütün olarak bu ortak zeminin ayakta kalmasına bağlı olduğunun ayırdımına vardıklarını söyleyebilmek zordur. Zeminin çökme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğu 1979 seçimlerinde her iki tarafın izlediği politikalar bunun göstergesdir. Dolayısıyla, bunlara popülist nitelemesi yakıştırmak bile biraz problemli görünmektedir.

Bu bakış sol açısından günümüz koşullarında neye yönelmek, geleceği nerede aramak gerektiği konusunda da ipuçları verir. O zamanın Ecevit’i gibi bugünün „radikal yatırımı“ İmamoğlu’na yapılmış -ya da yapılacak gibi- görünmektedir. Bugünkü Solun yönelmesi gereken alan da İmamoğlu’na cephe alıp onun yarattığı olumlu duygulanımı yok etmek değil, tıpkı Devrimci Yol’un o dönemde yaptığı gibi, onun işlevsel  yetersizlikleri üzerinden kendine bir varlık alanı yaratmaya çalışmak olmalıdır. Bunun her zaman can güvenliği üzerinden olmayacağı açıktır. Boşluğun hangi alanlarda ortaya çıktığını iyi gözlemek gerekir.

 

III

Belge, İnsel ve Bora’nın popülizme yaklaşımlarının bu çizdiğim çerçevenin neresinde durduğunu, nasıl ve ne üzerinden varoluş imkanı elde ettiklerini ortaya koymadığımızda, tartışma iki farklı pozisyonun karşı karşıya konulmasından ibaret kalır. Oysa, yazarların popülizme yaklaşımları, eleştirileri vb de gerçeğin bir tarafına hitap etmektedir. Popülist siyaset tarzı gerçekten de ‚manipülatif’ -veya manipülasyona açık- bir boyut da içerir. Ve böyle manipülatif bir popülizm pratiğine yukarda çizdiğim teorik çerçevenin nasıl bir varoluş alanı tanıdığının da ortaya konulması gerekir. Popülizm ne anlamda, hangi özelliklerin sonucu ve hangi sınırlar içinde ‚kullanıma hazır araç’, başvurulabilecek veya bundan imtina edilebilecek bir siyaset yapma ‚tarzı’ olarak ortya çıkar?

Yukarda bunu „differensiyel eklemleme“ veya „popülist eklemleme“ ayrımıyla sınırlamıştım. Oysa, yazarların dile getirdiği gibi, göçmenlere düşmanlık üzerinden yürütülen bir popülizmi bu sınırlar içinde anlayabilmek mümkün değildir.  Benzer şekilde, halen sürmekte olan Kürtleri „ötekileştirmeye“ dayalı girişimler de manipülatif popülist bir girişim karşısında olunduğunun işaretleriyle doludur. ‚Manipülatif’ bir popülizm çizdiğim çerçeveye nasıl eklemlenebilir?

Yukarda halk, oligarşi, ezen-ezilen sınıflar vb gibi terimlerin toplumdaki –zaten ortaya çıkmış –bölünmenin isimlendirilmeleri olduğunu söyledim. Ancak isim olmayı nötr ve pasif bir işlem olarak düşünmemek gerekir. Zira, bu tür bölünmelerin hepsi, onu içerden yaşayanlar açısından azap, eziyet ve çile dolu son derece travmatik olaylardır. Dolaysıyla bu türden her isimlendirme kaynağındaki travmatik olayın yol açtığı duygulanımların izlerini taşımakla kalmaz, bu isimin her kullanımı bu duygulanımı az ya da çok yeniden canlandırır. Sünni-Alevi gerilimini düşünelim. Geçmişi Kerbala’ya kadar giden bu gerilim tarih boyunca her biri büyük travmalara yolaçmış kitlesel insan kıyımları ile malüldür. Ve bu gerilimi hatırlatan, onunla ilintilenmiş isimlerin her yeni kullanımın bu duygulanım birikimini nasıl aktüelleştirip yeniden harekete geçirdiğinin küçük bir örneğini üçüncü köprüye Yavuz Sultan Selim adı verildiğinde Alevilerin gösterdiği tepkide gördük. Maraş kıyımı, Malatya ve Çorum olayları ve en son da Madımak Oteli kıyımı çok daha yakın tarihlerin olaylarıdır ve yolaçtıkları duygulanımlar çok daha tazedir. Ve bu olaylarla ilintili her isim veya bu olayları hatırlatan her olay geçmişin travmalarının yolaçtığı muazzam duygulanım birikimini yeniden hareketlendirir. Ortada o büyüklükte bir gelişme olmamasına rağmen insanlarda sanki o trvmatik olaylar yeniden yaşıyormuş gibi bir duygulanım yaratır. Bu temelde, geçmiş bir yaşanmışlığın manipülatif ‚kullanımı’ mümkün hale gelir. Belge, İnsel ve Bora ise, bunu mümkün kılan koşulları ve sınırlarını ele almadan, bunu popülizmim yegane varoluş tarzı olarak ileri sürüyorlar.

Geçmişteki bir travmanın duygulanımı yeniden canlandırabilmesi iki şeyi gerekli kılar. Bunlardan ilki, Freud’un fıkranın başarısı için şart koştuğuna benzer şekilde, „aktüel bir vesile“dir. İkincisi ise, bu vesileyi popülist tarzda işleyen bir retorik: „azınlığa mensup bir kimse suç işlediğinde, cezaya toplumun azınlık gruba duyduğu tepki de eklenir“ (Freud). Geçmiş travmatik olayın pşisik enerjisi popülist retorikle küçük olaya aktarılır, yoğunluğu büyütülür, ortaya yeni bir ‚travmatik’ durum çıkar. Madımak Oteli kıyımı, ortada bir suç bile olmamasına rağmen, vesilenin tarihsel nefretle birleştirildiğinde nasıl büyüyebildiğinin unutulamayacak bir örneğidir. Ülkenin çeşitli bölgelerinde özellikle Kürt kökenli insanlara yönelik linç girişimleri de benzer karakterdedir. Bu olaylarda da „popülist retorik“ ufak bir olaya, örneğin kamusal bir mekanda Kürtçe konuşmaya, Taner Akçam’ın ifadelerini kullanacak olursak, ‚Türklerin bölünme sendromu’nun yolaçtığı büyük duygulanımları aktarır, lincin sosyal-psikolojik altyapısı hazır hale gelir.

Yazarların düşüncelerine dayanak yaptıkları „tarz“ olarak popülizm böyle işleyen bir mekanizmadır. Ancak eklemek gerekir ki, bu mekanizmada da bölünme popülist pratiğin koşulu olmaya devam eder. Bir farkla ki, bu koşul aktüel bir varlık olmayıp, geçmiş bir bölünmenin popülist retorikle yeniden canlandırılması suretiyle sağlanır. Bir başka deyişle, popülist pratik gene de zaten varolmuş –ve belli bir duygulanım yaratmış- bir bölünmeyi aktüelleştirilebildiği ölçüde mümkün olur. Bu becerilebildiğinde bölünme, dışlananlar ve eşdeğerleşme kendini hemen ortaya çıkarır.

Toplumların geçmişi böyle travmatik olay, gerilim ve bölünmelerle dolu olduğu içindir ki hiç bir aktüel bölünme saf cepheler yaratmaz. Geçmiş gerilim ve çatışmalar aktüel toplumsal bölünmenin „içi“ni de „dışı“nı da fay hatları, potansiyel kırılma noktaları olarak keserler. Yukarda ifade ettiğimiz gibi, bir vesile popülist retorikle büyük bir kırılmaya yolaçabilir. İşte bu zemin zayesindedir ki, hegemon gruplar iktidar olduktan sonra bile popülist pratik sergileyebilme şansı bulurlar. AKP, örneğin, ilk iktidar döneminde „askeri vesayet“ üzerinden böyle, hem de çok başarılı bir popülist pratik sergilemişti. Şu an da „bölünme sendromu“ üzerinden, Kürt unsurunu muhtemelen seçimden düşürmeyi, böylece de karşı cepheyi bölmeye ve küçültmeyi hedefleyen bir popülist oluşum yaratma çabası içinde olduğu görülüyor.  Ne var ki, ilk iktidar döneminden farklı olarak, aktüel bölünmenin –AKP’nin yarattığı dışlamaların - yolaçtığı duygulanımlar o kadar yoğun, insanların Erdoğan ve AKP tepkisi o kadar güçlü ki sırf retoriğe dayalı bir girişimin muhalif saflarda kırılma yaratma potansiyeli sınırlı görünüyor.

 

 



[1] Sol Popülizm (I) Haftalık Birikim 3 Temmuz 2019

[2] Sağdan sola ‘popülizmler’ Birikim sayı: 354

[4] Sol Popülizm (II) Haftalık Birikim 31 Temmuz 2019

[5] M.S. Karakurt: THKP-C Devrimci Yol Geleneğinde Öncülük olarak Politika, Belge Yayonları 2016

[6] Necmi Erdoğan: Demokratik Soldan Devrimci Yol’a: 1970’lerde sol popülizm üzerine notlar, Toplum ve Bilim, sayı 78, Güz 1998, s.25

[7] Popülizm Karşısında Sosyalistler, Birikim haftalık yazılar, 03.Aralık 2018

[8] „Popülizm, faşizmin ön adımıdır“,

[9] Sağdan sola „popülizmler

[10] Behıce Boran ‚sınıf mücadelesi Türk kimliğine uygun değil’ yollu kariı çıkışlara, ‚iyi mi, kötü mü’den önce ‚var mı yok mu’, ona bakın diye karşı çıkıyordu, Benim pozisyonum Boran’ınkine benzer düşünülebilir: Popülist pratik ‚toplumsal gerçek’ yaratıyor mu yaratmıyor mu?’ (Fakten schaffen) 

[11] Sein und Zeit’in Giris bölümü okunması hayli zor olsda bu konuyu tartışır.

[12] Michael Inwood: Heidegger, Verlag Herder Freiburg-Basel-Wien, s.20

[13]On Populist Reason, s.87

[14] Ilgili bölümde Marks, belli bir ücret karşılığı, diyelim  tam gün çalışmak üzere satın alınmış işgücünün ücretinin karşılığı kadar değeri yarım günde yarattığını ama anlaşma gereği calışmaya devam ettiğini, fakat bu ilave sürede ürettiği değerin işgücünü satın alana kaldığını ifade ettikten sonra şöyle devam eder: „Bu, (işgücünü) satın alan için özel bir mutlulukdur, ama satanın hakkı yenmiş / ona haksızlık edilmiş de değildir“.  („… ist ein besonderes Glück für den Käufer, aber durchaus kein Unrecht für den Verkäufer“. (Das Kapıtal Band I., Verlag Marxistischer Blätter, Frankfurt a.M. 1976, s.208

[15] Verso London.New York 2005, s,73 vd.

[16] Sol Popülizm (İ), Birikim Haftalık Yazılar 3 Temmuz 2019

[17] Alexandre Kojeve: Hegel, Suhrkamp 1975 s.317

 

[18] On Populist Reason, özellikle s.108’deki anlatım

[19] Mehmet Ali Aybar: Türkiye Isci Partisi Tarihi, Iletisim Yayincilik 2014, s.19

[20] Bu arada askerler de gelir. Halk askerlerin gelisini alkislarla karsilar. Aybar’in anlattigina göre, subaylar polisin bimdirdigi kisileri salarlar. Aybar bu durumu asker ve polisin de bölünmesi seklinde yorumluyor. (a.e., s.22)

 

[21] Problemin bu şekildeki bir formülasyonuna Laclau’ rastlamayız. Fakat anlatımı zımnen bunu bir önadım olarak tasvir eder. Özellikle ‘parçanın bütün gibi’ davranması ifadesini başka türlü yorumlamak mümkün değil gibi görünmektedir.

[22] Sigmund Freud: Die Traumdeutung, in Gesammelte Werke, 2014 Köln s.115 vd.

[23] Massenpsychologie und Ichanalyse, Fischer Bücherei Frankfurt a.M. 4. baski 1970, s.50

[24] Die Traumdeutung s.237

"DEVRİMCİ YOL HAREKETİ" adlı kitabımda Yeni Çeltek, Yeraltı Maden-İş ve Suluova ile ilgili bölüme dair Hasan Kaplan’ın düzeltme metni ve bu talebe ilişkin KAMUOYUNA AÇIKLAMAM

  "DEVRİMCİ YOL HAREKETİ" adlı kitabımda Yeni Çeltek, Yeraltı Maden-İş ve Suluova ile ilgili bölüme dair Hasan Kaplan’ın düzeltm...