Popülizm tartışmaları, E. Laclau ve
Devrimci Yol
Bu makale Birikim Dergisi'nin Aralık 2019 368. sayısında yayımlandı
Birikim dergisinde çok yeni olmayan
bir zamandan beri Popülizm üzerine bir tartışma sürüyor. Temmuz ayı içinde Tanıl
Bora da iki yazı ile tartışmaya katıldı. Bora popülizmin gördüğü ilginin Latin
Amerikadaki popülist, özellikle de sol popülist gelişmelerden kaynaklandığını
söylerken[1],
Ahmet İnselAvrupa’daki gelişmelerin de bunda rol oynadığını yazıyor[2].
Tatismalar popülizmin solun ve demokrasinin dünya çapında içinde bulunduğu
felaket duruma çare sunup sunmadığı üzerine yoğunlaşıyor. Murat Belge
„Popülizm, faşizmin ön adımıdır“ diyerek kesin karşı bir pozisyon takınırken[3],
İnsel, sağ popülizmlerde çokça tanık olduğumuz gibi, sol versiyonun da „pöpülist bir otoritarizme ve daha ileri bir
aşamada kitle destekli bir diktatörlüğe … varması kaçınılmaz değil mi?“ diye soruyor.
Bora ise bu iki pozisyonun endişe ve eleştirilerine katılmakla birlikte popülist
siyaset tarzını gene de „solun kayıp hazinesi“ olarak düşünüyor. Zira, ona göre, Türkiye solunun 60’lardan 70’lere
uzanan dönemdeki halksallaşma kabiliyetini, solun bu „altın çağını“, popülist
uğraktan bağımsız düşünmek mümkün değil. 60’larda Aybar’ın TIP’i ve Harun
Karadeniz’i, ama özellikle 70’lerde Ecevit ve Devrimci Yol’un yakaladıkları
kitlesellikleri bunun kanıtı olarak görüyor[4].
Tartışmacılar referans/karşı
muhatap olarak sıkça C. Mouffe ve E. Laclau’ya başvuruyorlar. Eleştirileri de
büyük ölçüde bunların popülizm tezlerini hedef alıyor görünüyor. Benim
tartışmaya ilgim de bu noktada başlıyor. Devrimci Yol’un kitleselleşmesini
baştan itibaren E. Laclau’nun tezleri üzerinden anlamaya çalışmış biri olarak[5], tartışmacıların
Laclau –ve hatta Mouffe’a- ait olmayan fikirleri ona atfederek tartıştıklarını düşünüyorum.
Bu temelde yapılan bir tartışmanın, T. Bora’nın yaptığı gibi ona olumlu
anlamlar yüklendiğinde bile hayli sorunlu olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle
Laclau’nun popülizm teorisini tanıtmayı merkezine alan, ama esas hedefi
Devrimci Yol’un kitleselleşmesinin şifrelerini ortaya çıkarmak olan bir –uzun-
makaleyle tartışmaya katkıda bulunmak istiyorum.
Tartışmacılar popülizmi bir siyaset
aracı, siyaset yapmanın bir ‚tarzı’ olarak ele alıyorlar: Sol veya sağ bir güç
–parti, örgüt vb- pragmatist bir akılla bu araca başvurabilir veya uzak
durabilir. Pozisyonları da bu temelde farklılaşıyor: Sol böyle bir araca/tarza
başvurmalı mı yoksa uzak mı durmalı? Bu siyaset yapma tarzının nasıl bir şey
olduğunu Necmi Erdoğan bu tartışmalardan yıllar önce Laclau’dan hareketle
tanımlamaya çalışmıştı:
Popülizm, toplumsal-siyasal alanı
popüler kesimler ile egemen kesimler, halk ile iktidar bloku arasındaki
antagonistik ilişki ekseninde tanımlayan ve hegemonize etmeye çalışan bir
söylemdir.[6]
Popüler ideolojiler ezen, sömüren,
asalaklara karşı ezilen, sömürülen halka seslenirler; gelenekler ve simgeleri
kendinde eklemleyen bir ideoloji geliştirerek bu kesimleri düzen değişikliğine
mobilize ederler. „Halk ile onun düşmanlarından oluşan, homojen, geçirimsiz,
birbirine dışsal ve saydam iki kamp ya da kutup arasındaki mücadele toplumsal-siyasal
alanı belirler. … ‚Halkı’ iç bölünmeler ve iktidar ilişkilerinden azade gören
dışsallık mantığı, onun idolleştirilmesini, yüceltilmesini de mümkün kılar“
(a.y.). Erdoğan „halk“ teriminin „boş gösteren“ olarak popülist söylemlerin
üretiminde merkezi bir işlev yerine getirdiğini, bu söylemlerin halkı „yazım
yüzeyi“ yaparak eklemlendiklerini de ekliyor (a.e., s.23).
Birikim’deki tartışmacılar popülist
söylemin alameti farikasının sosyal alanı „biz“ ve „düşman“ antagonist/dikotomik bölünme üzerinden okumasında
yattığı konusunda Erdoğan’la aynı fikirdeler. Bora hariç farkları, buna
Erdoğan’ın tersine negatif değer biçmelerinde yatıyor. Örneğin, Murat Belge’de
şunları okuyoruz: „Popülizm toplumun
gadre uğramış ya da uğradığına inanmış bir kesimine seslenir ve gaspedilmiş
haklarını –ayrıcalıklı seçkinlerden alıp- onlara geri vermeyi vaat eder“[7] .
Ancak, en sol versiyonunda bile „Halkçılık diye birşey söylendiği zaman“,
Belge’ye göre, „halkı kurtaracak biri ya da birileri çıkıyor. Bu genellikle de
biri oluyor: Halkı kurtaran bir lider var. Bütün bu tasarım içinde liderler ve
halkın eşit olacağına dair bir görüş yok”[8] .
Popülizm karşısında nefret düzeyindeki karşı pozisyonunun gerekçesini şöyle
açıklıyor: “Popülist olmak daha çok insanların aslında giderilmesi gereken bir
takım zaaflarının kullanılmasından oluşur”. Popülizm üzerine görüşlerini
etraflı şekilde dile getirdiği söyleşide şu ifadeler de göze çarpıyor: “O
insanların zaaflarına, korkularına, önyargılarına dayanan bir dil ortaklığı …”,
“Popülizm aslında, hepimiz aynı dünyada yaşıyoruz, birlikte demokratik mücadele
verebiliriz anlayışına set çeken bir şey, bunu durduran fiili bir güç su anda”,
“popülizmi belki bundan sonra gelecek bir takım faşist rejimlerde bir ön adım
olarak görmek mümkün”. Laclau’nun popülizmin işlevinin “demokrasinin
demokratikleştirilmesi” olduğu iddiasına karşı, Belge, Tayyip Erdoğan’ın
“Ayaklar baş oluyor” sözünü öne çıkarıyor: “”Popülist dünya görüşü, popülist
tarz içinde dünyaya bakan adamın zihninde zaten o hiyerarşi var. Kimin ayak
olduğu, kimin baş olduğu belli. Ki çünkü senin taraftarların seni omuzlarında
taşıyanlar bir türlü baş olamıyorlar” (a.y.)
İnsel’in yaklaşımı da Belge ile
paralellikler gösteriyor: Popülist oluşumda “demokratik taleplerin popüler
taleplere dönüştüğünü” söyleyen Laclau/Mouffe’ye karşı „Popülist olarak
tanımlanan hareketlerin beslendiği sistem dışı talep ve direnişlerin hepsi
demokratik midir?” diye itiraz ediyor: “Örneğin yargı bağımsızlığını askıya
almaya ve bunu elitlerin hükümranlığına son vermek gerekçesi ile yapmaya
verilen toplumsal destek demokratik bir talep ve direniş tezahürü müdür? Ya da
idam cezasının yeniden tesisi, … kurtajın yasaklanması, … yabancı düşmanlığı …”[9] vb. vb. Tanıl Bora ise popülizme solun “kayıp
hazinesi” olarak da bakılabileceğini, zira, solun her kitleselleşme
tecrübesinde popülist siyaset tarzının izine rastladığımızı söylüyor. Belge ve
İnsel’in eleştirileri (Mouffe/Laclau’nın yaklaşımını da içine alacak şekilde)
popülist söylemin sosyal alana bölünme soktuğu, bunun da popülizmi solun yok
etmeyi hedeflediği değerleri güçlendiren, yeniden üreten bir mekanizmaya
dönüştürdüğü düşüncesinde odaklanırken, Bora sol bir popülizmin ille de olumsuz
yanları güçlendirmek zorunda olmadığını, aksine ulvileştirilmesi gereken noktalara da odaklanabileceğini
ileri sürüyor.
° ° °
Bora da dahil bu düşüncelerin
dayandığı kimi varsayımların, en azından bunlar Laclau ve Mouffe’e karşı
eleştiri olarak dile getirildiğinde problemli olduğunu, zira, en azından Laclau’yu
böyle okumanın onun düşüncesiyle ilgisinin
olmadığını düşünüyorum. Her ne kadar Mouffe “Über das Politische” isimli
kitabında „Liberal rasyonalizmin en büyük hatası kollektif
özdeşleşmeler/kimlikler üzerinden mobilize olan duygulanım boyutunu ihmal etmesidir
. Demokratik politikanın … insanların arzu ve fantazileri konusunda da etkili
olabilmesi gerekir.“(s.13) diyorsa da kastını siyasete duygulanımı da sokmaktan ibaret görmek yanlış olur. Zira,
gene aynı metinde demokrasiyle “ontolojik” boyutta değil “ontik” içerik olarak
uğraştığını da ifade eder (s.16). Ontolojik boyut „eşyanın tabiatı“ ile
uğraşırken „ontik boyut“ onu farklı biçimleri itibariyle tartışır (s.15). Benim
yazarlara ilk itirazım tartışma ve eleştirilerini Laclau’nın popülizmin
‚eşyanın tabiatı’n dan kaynaklandığı tezini bir kenara iterek yürütmeleridir.
Dolayısıyla önce bu konuya eğileceğim[10].
Ontik-ontolojik ayrımı bizi neden
ilgilendirir?
Heidegger Varlık (Sein) ile Varolan
(Seiende) arasında bir ayrım yapar[11] .
Her ne kadar Varolan (Seiende) Varlık’ı (Sein) ile belirlenirse de Aristo’dan
aldığı “Varligin cok anlamlılığı” düşüncesi uyarınca aynı referent/Varolan
(Seiende) değişik bağlamlarda değişik anlamlar üstlenir. Örneğin, “iki aşık
mehtap altında ele ele bir çiçek bahçesinde dolaşırken, bunlar meslekten botanikçı
bile olsalar, gördükleri şeyler onlara botanik, jeolojik, meteorolojik nesneler
olarak görünmezler“[12].
Benzer şekilde, örneğin kağıt da, sadece üzerine yazı yazılan bir kırtasiye
nesnesi olmayıp, duruma göre paket malzemesi, ateş için çıra veya oyuncak
(uçurtma, uçak vb.) yapılan bir malzemedir. Sosyal alanda bir unsurun anlamının
bağlamdan, yani başka unsurlarla
ilintilendirildiği (articulation) ilişkilerden ortaya çıktığı Laclau’nun
en temel tezidir. Laclau’ya göre analizin ilk önce ‚doldurulması gereken ontolojik
rolü’ ortaya koyması gerekir. Bu içeriği doldurmak ontik içeriğin (herhangi bir
sosyal talebin, sınıfın veya bunların herhangi bir özelliklerinin) ‚tabiatında olan’ bir vasıf değildir. Ama, bu
ontolojik rolü doldurmada sistematik bir başarı gösterdiğinde, bu sanki
böyleymiş gibi bir durum sergilemeye başlar. Laclau bunu ontik içeriğin
hegemonik konum elde etmesi olarak ifade ediyor. Bu işlevi doldurmada boşluk
bıraktığı/kaldığı ölçüde de bir başka güç bunu doldurabilir[13]. Bu
sefer başka bir unsur böyle görünmeye başlayacaktır.
Durum böyle iken, Laclau ve
Mouffe’nin Popülizm üzerine düşüncelerini, sanki ortada popülizm diye hazır, sağ
ve sol uygulamasında –aynı içeriklerle- bir ve aynı kalan bir objektif politika usulü, bir ‚ontik
içerik’ var –örneğin ‚insanların aslında yok edilmesi gereken zaaflarını
kullanmak’- ve kişi veya parti de buna başvurduğunda popülist olur, gibi yorumlamak, onların düşünce tarzlarına
haksızlık etmekten öte bir anlam taşır. Bu nedenle Belge’nin ve İnsel’in sağ
popülizme bakıp buradan sol popülizme ilişkin sonuçlar çıkarmaları, bunlar
Laclau ve Mouffe’ye eleştiri olarak yöneltildikleri ölçüde meşru değildir.
Belge, İnsel ve Bora’ya karşı önce iki
noktayı açıklığa kavuşturmayı amaçlayan bir tartışma yürütmek istiyorum. İlk olarak,
popülist momentin özne karşısında tercihe dayalı bir araç olmayıp siyasetin
tabiatına (ontolojisine) ait olduğunu (I); ikinci olarak da, duygulanımın ilave
manipülatif bir boyut olmayıp siyasete içkin, siyasal olanın tabiatında olan, sosyal
grup inşasında kurucu bir işlev üstlendiğini (II) göstermeye çalışacağım. Son
bölümde ise muhataplarımın popülizm anlayışlarının varoluş alanını (geçerlilik sınırlarını)
ortaya koymaya çalışacağım. Neticede onlar da ‚gerçeğin’ bir boyutunu dile
getiriyorlar.
I
Artık şu soruyla uğraşabiliriz:
popülist momenti “eşyanın tabiatına” yok edilemez şekilde yerleştiren nedir?
Laclau buna antagonizma diye yanıt veriyor. Antagonizma en kaba tanımıyla
toplumda bir bölünmeyi ifade ediyorsa, popülizmi eşyanın tabiatının asli unsuru
haline getiren sosyal alandaki bu bölünme olmalıdır. Şunu hemen şimdiden
söyleyebiliriz: “biz”, “halk” vb ile
“düşman”, “ezenler”, “elitler” vb. terimleri popülist oluşumun dayandığı bölünmenin nedenleri olmayıp, bunlar aslında antagonizmanın
ortaya çıkardığı bölünmenin popülist “isimlendirilme’leridir. Laclau On Popülist Reason’da sosyal alandaki
bölünmeyi popülist oluşumun (configuration) üç koşulundan/uğrağından ilki olarak
ileri sürer. Diğer momentlerin ancak bu ilk bölünme üzerinde yükselebildiğini söyler.
Bir kez daha ifade edelim: bölünme, Laclau’ya göre, popülist oluşumun sonucu değil,
koşuludur.
Ne var ki, Laclau’nun antagonizma
kavramı alışılmış olandan çok farklı şeyler anlatır. Aktüel bir antagonizma
tartışması yürütğlmediğinden, farkı marksist antagonizma kavramı üzerinden
ortaya koymaya çalışayım. Bu tartuşmayla Laclau/Mouffe’un popülizm kavramına
ilk girişi de yapmış olacağız.
Hakim Marksist düşünce nüfusu
üretim araçları sahipliği temelinde sınıflara tasnif eder: Kapitalist ve İşçi
sınıfları. Antagonizma bu ilişkide emek-sermaye arasında varolan uzlaşmaz
çelişki olarak ele alınır. Uzlaşmazlığın temelinde kapitalist sömürü yatar:
İşçinin ürettiği değerin bir kısmına kapitalistin karşılığını ödemeden el koyması.
Laclau/Mouffe ise ortada fiili bir dışlama ve yok etme yoksa, “antagonist” bir
ilişkiden bahsetmenin de mümkün olamayacağını söylerler. Onlara göre, ancak
kapitalist işçinin (bir alandaki) Varlığını/“ kimliğini” yok ediyorsa aradaki
ilişkinin antagonist olduğundan bahsedilebilir. Zira, bu terimi ortaya atmaktan
maksat, ortaya çıkan çatışma ve mücadeleleri, bunların gerisinde neyin/nelerin
yattığını anlama çabasıdır. Marks’in Das Kapital’inde
tanımladığı Kapital (sermaye) kavramında ise işgücü sermayenin bileşenlerinden
biridir. Yani, bırakın dışlamayı ve yok etmeyi, sermaye varsa işçi de vardır.
Sermaye kendini yeniden ürettiğinde işgücü de kendini yeniden üretebilmesinin
maddi araçlarına/koşuluna (ücret) sahip olur; sermaye kendini yeniden
üretemediğinde işgücü de bu anlamda kendini yeniden üretme araçlarından mahrum
kalır. Böyle bir ilişkiyi kendi içinden çatışma ve toplumsal bölünme üreten bir
ilişki olarak almak mümkün olmadığı gibi, Marks Das Kapital’de “kapitalist işçiyi sömürür, ama hakkını yemez” gibi
ilginç bir cümle de sarfeder[14].
Hakkı yenmiyorsa, bir çatışma için fiili ya da ahlaki bir koşul veya vesilenin
de bulunmayacağı açıktır. İşleyen bir kapitalizm emek ve sermayenin “barış
içinde” bulunduğu şartları ifade eder. “İyi ama işçiler gene de tarihte zaman
zaman başkaldırdılar, hatta devrimler yaptılar“ diye itirazda bulunulabilir.
Gerçekten de, kapitalist sömürüye maruz kaldığı için değil ama, ücretler çok
düştüğünde veya kitlesel bir işsizlik
yaşandığında işçilerin çoğu zaman kazan kaldırdığını görürüz. Ama burada
işçileri başkaldirmaya iten nedenlerin ne olduğuna baktığımızda, bunların en
tepesinde kültürel alışkanlıkları, ahlaki yükümlülükleri ile birlikte alışılmış
yaşamlarını sürdüremez hale düşmeleri olduğunu görürüz: yeme içme, kira, üste
baş, doktor -ilaç parası, çocukların okul masrafı vb. Ve böyle şartlar ortaya
çıktığında tepkilerini ilk “bu ne biçim
hükümet!” ifadesinde açığa vuruyorlar.
Öyleyse, antagonizmayı ekonomik-sosyal-kültürel boyutlatıyla yaşam
dünyasının bütününde ortaya çıkan bir olumsuzlama olarak düşünmek gerekir.
Laclu/Mouffe’nin yaptığı da budur.
İtalyan filozof Vatimo 90’li
yıllarda okuduğum -ama kaybettiğim için kaynak gösteremeyeceğim- güzel
makalesinde „belirlemek dışlamaktır/olumsuzlamakir“ diyordu: Bir şeyi
belirlediğinizde, o tanıma girmeyen/uymayan herşeyi “ötekiler” olarak “dışarı”
atarsınız. Laclau/Mouffe’nun
antagonizma kavramı da benzer bir içeriğe sahiptir. Bir farkla ki, dışarı
atilanlar diyalektik tarzda–aşılarak- bütüne geri dönmezler. Antagonist ilişki tam
da bundan ortaya çıkar. Toplum kendini “belirleyerek” varediyorsa, bu durumda
her bir belirleme “dışlananlar” yaratacaktır. Fakat, bunların dışsallığını,
örneğin Bulgaristan ile Türkiye’nin birbirine dışsallığı gibi düşünmemek
gerekir. Türkiye siyasal-coğrafi sınırlarını çizdiğinde Bulgaristan bunun
dışında kalır. Ama Bulgaristan’la
ilişkisi bir yok etme ilişkisi, dolayısıyla da anatagonist değildir. Bunlar iki
pozitivite, iki farklı devlet olarak varolurlar, ikisini karşı karşıya getiren
bir sorun olmadığı müddetçe de birinin varlığı diğerini çok az
ilgilendirir. Oysa, toplum kendini
sosyal topografik bakımdan belirlediğinde kendi dışına çektiği sınır farklı
karakterdedir. Zira, sınır bu durumda toplumun içinden geçer. Örneğin, son 15
yılda AKP’nin toplumu nasıl belirlediğine ve nasıl bir dışlananlar topluluğu
yarattığına gözattığımızda bunu cok açık gözlemleyebiliyoruz: İnşaata dayalı
bir turbo kapitalizm, yargı ve hukuk kavramlarının iğfal edildiği son derece
tartışmalı yöntemlerle askeri vesayetin ortadan kaldırılması, medyayı susturarak
milli birlik tesis etmeye çalışmak, sünni islam’ı kamusal yaşamın zorunlu
referansı yapmak vb vb. Bu uygulamalar toplumun ne olduğuna ilişkin açık ve sarih,
zor aygıtlarıyla da desteklenmiş kaideler koydukça parallel olarak bunların
dışına düşen bir kesim de ortaya çıkardılar. Ne var ki, bu dışlananlar
Bulgaristan gibi tamamen dışsal bir varlık sergilemeyip, tıpkı toplumun
içindekiler gibi, aynı toplumda olunduğunun işaretleri sayılabilecek kurum ve
uygulamaların içinde, onlara tabi olarak yaşamaktadırlar: Türkiye Toplumu
denilen coğrafyada aynı devletin yasa ve uygulamalarına tabi, anayasa ve
yasalarından kaynaklanan aynı özgürlük ve hakların sahibi ve aynı kurumlara
tabi olmak vb. Bu yokedilemez içerdekilik
nedeniyledir ki belirlemenin koyduğu sınır gene toplumun içinden, hatta bizzat
insanların içinden geçer. Bir ayaklarıyla içerde diğeriyle dışardadırlar. Ve bu
ilişkinin en temel özelliğini, toplum kendini ‚belirlenmiş’ bir büyüklük olarak
ortaya koyarken dışlananların ‚belirlenmemiş’ bir karaktere sahip olmalarıdır.
Bölünme iki pozitivite –kendilerini tanımlamış iki varlık- arasından değil,
kendini tanımlamış toplum ile ona ‚alınmamış’ dışarısı arasındadır. Dışlananlar
bu aşamada henüz tanımlanmış bir varoluşa/kimliğe sahip değildirler, varlıkları
dışlamaya bağlı, onunla tanımlanmıştır. Bu ince bir ayrımdır ve
Laclau/Mouffe’nin akıl yürütüşlerinin bütün orjinalliği ve sırrı da toplumun
içi ile dışı arasındaki sınırın bu inceliğinde yatar. Zira, bu ince ayrım popülist
pratiğin oluşum zeminini oluşturur.
Kolay anlaşılması için
antagonizmayı tarif ederken yukarda AKP’nin dışlamalarını saydım. On Popülist Reason’da ise Laclau sosyal
temelli bölünmeyi örnek alır: kırsal kesimlerden şehirlere yeni göç etmiş
kesimler[15]. Bunlar başlangıçta ancak
derme çatma baraka ve gecekondularda barınma imkanı bulurlar. Laclau dışlanma
argümanını buradan türetir: Bunlar çok geçmeden mesken sorunları yanında yol, su,
kanalizasyon, ulaşım, okul, hastane vb gibi başka sorunlar da yaşadıklarını
farkederler. Ve bunların çözümünü ilk başta siyasal-kurumsal sistemden
(belediyeden, hükümetten veya idari yetkililerden) beklerler/rica ederler
(request). Bunlara çözüm getirildiği ölçüde konu kapanır, mutad hayat devam
eder. Bunlar sistematik şekilde
karşılanmadığında, diyelim ihmal edildiğinde veya bilinçli olarak karşı
çıkıldığında vb. ise farklı bir durum ortaya çıkar: İstekleri sistematik olarak
karşılanmayan insanlar ile kurumsal sistem arasında bir kopuş yaşanmaya
başlanır. Laclau’nun toplumsal bölünmeden anladığı ilk önce böyle bir kopuştur.
Bu tür durumlarda Türkçe’de sarfedilen yaygın söz bu kopuşun işareti gibidir:
“Ne biçim hükümet!” (ya da “ne biçim
devlet” veya “ne biçim belediye”). Dikkat edilirse, bu söz “devrim yapacağız”
veya “sömürücülerin iktidarını yıkacağız” vb. gibi kurumsal sistemi açıktan
karşıya alan bir pozisyon olmayıp, dışlanmışlığın henüz sadece kurumsal sisteme
ait olamayışla sınırlı hayal kırıklığı düzeyindeki bir idrakini dile getirir. Bu ince farkı kaydetmek
önemlidir. İnsel „Halkın dile getirdiği her talep demokratik midir?” diye
Mouffe’ye itiraz ediyordu. Oysa, Mouffe ve Laclau’nun kullandığı “demokratik
talep” hatta “popüler talep” terimleri isteğin/talebin henüz bu “hayal
kırıklığı” evresindeki halini dile getirirler. Bunlar henüz sadece “sisteme dahil
olamamak” düzeyinde bir belirlenmişlik taşıyıp, bunun ötesinde hiç bir pozitif
politik “belirlenme/tanımlanma” taşımazlar. Pozitif bir kimlik kazanmaları
aşağıda göreceğimiz gibi - eklemlenme diye tabir edilen- daha bir dizi
gelişmeye bağlıdır ve İnsel’in eleştirdiği boyutta bir anti-demokratik
karakteri ancak böyle bir eklemlenmeden sonra edineceklerdir. Laclau bu durumda
bile eklemlemenin nihai bir sabitleme yaratmayacağini, bu „demokratik
talepler“in yüzer-gezer (floating) karakterlerinin kısmen devam edecegini,
dolayisiyla da farklı eklemlemelere açık kalacaklarini söyler. „Sarı
Yelekliler“in durumu buna örnektir: Benim bildiğim kadarıyla, en temel
tepkileri hala ‚maaşımızla geçinemiyoruz’ ile sınırlıdır. Sola da Le Pen’e de
yönelebilir olabilmelerinin gerisinde durumlarının/taleplerinin bu henüz ‚hayal
kırıklığı’ düzeyindeki karakteri yatar. Siyasal anlamda ‚demokratik’ ya da
‚anti-demokratik’ karakterleri eklemlenme güçlendikçe belirginleşecektir.
Belge, İnsel ve –kısmen- Bora’nın
popülizm konusunda Laclau/Mouffe’ye yakıştırdıkları düşüncelerin çoğunun
bunların teorisinde yerlerinin olmadığı, en başta da toplumsal bölünmenin
popülist siyaset tarzıyla ortaya çıkmadığı, aksine toplumun içi ile dışı
arasında ortaya çıkan bölünmenin popülist pratiğin koşulunu oluşturduğu sanırım ortaya cıkmış olmalıdır. Yazarların
„popülist siyaset tarzı“ olarak adlandırdıkları şey sürecin bu şart ortaya
çıktıktan sonraki ve belirlenmemişlikten belirlenmişliğe geçişin yaşandığı
evreye aittir. Bu vesile ile, Tanıl Bora’nın dile getirdiği “popülist sıfatı,
hasım kültür kürelerine nüfuz edebilecek ya da kültür kürelerini yatay
kesebilecek bir hegemonik kapasite geliştirmeye yarayabilir mi?”[16] sorusu da popülist oluşumun daha ileri
aşamalarını ilgilendirir. Zira, Laclau’ya göre, popülist pratik ilk önce aktüel
dışlanmış istek ve taleplere pozitif kimlik kazandırma –belirleme- sürecidir. Bunda
başarılı olunduğu ölçüde Bora’nın hayal ettiği işlevler de görev olarak
karşısına çıkar.
° ° °
Popülist oluşumun ikinci koşulunu
ya da momentini dışlananların –Laclau’nun ifadesiyle, sistematik olarak karşılanmayan
taleplerin- „eşdeğerleşmesi“ oluşturur: Aralarında mantıki bakımdan doğrudan
bir ilişki olmayan, hatta birbirlerini de dışlar özellikler taşıyan heterojen talepler
ve bunların taşıyıcısı toplumsal kesimler, hepsi de aynı dışlayanın gadrine
uğramış olmaları temelinde „eşdeğerleşirler“. Bu anlamda Belge yukarda
alıntıladığım ifadesinde bir gerçeği dile getirmektedir. Sadece yanlış bir
sonuç çıkarma yoluna başvurmaktadır. Zira, iddiasının aksine popülist pratik
bunların ortak bir kimlik, pozitif bir
varlık ortaya koyabilmelerinin –yegane- yoludur ve aşağıda ele alacağımız gibi
bu süreç birilerinin onlara vaadlerde bulunmasıyla yürüyen bir süreç de
değildir. Eşdeğerleşmenin nasıl bir durumu anlattığını kavradığımızda bu daha
açık ortaya çıkacaktır. Bunu, Laclau’nun takip edilmesi zor „fark-eşdeğerlik” (Difference- equivalence), terimleri
üzerinden değil de, daha kolay anlaşılacağı umuduyla, risk alıp,
Laclau/Mouffe’nin pek hazzetmediği Hegel’in “belirlenmiş Negasyon” terimi
üzerinden ortaya koymaya çalışayım.
Bilindiği gibi, diyalektik, Hegel’in
en meşhur tezidir ve öznenin (kavramın) olumsuzlama ve olumsuzlamanın
olumsuzlanması şeklinde iki olumsuzlama aşamasından geçerek kendisini bir üst
aşamada daha zengin olarak kurmasını ifade eder (aşma). “Belirli
negasyon/olumsuzlama” (Bestimmte Negation) bu olumsuzlamalardan ilkinin
karakterini oluşturur. Hegel’e göre, bu ilk olumsuzlamada, olumsuzlanan
yaşamaya devam eder, bunun için bu olumsuzlamayı ‚belirli’ şeklinde niteler. Kojeve,
bu ilişkinin yüzük ile halkası arasındaki ilişkiye benzediğini söyler: Halkanın
kendi başına bir varlığı yoktur, varlığı yüzüğe bağlıdır: Yüzük varsa halka da
vardır, yüzük yoksa halka da olmaz [17].
“Bu duvar beyaz değil” ifadesinde bunu hemen farkederiz. “Değil” kendi başına bir anlam ortaya koymayıp
anlamlı kullanımı “duvarın beyazlığını” gerektirir. Özetle, “duvarın beyazı”
kendi olumsuzlanmasında yaşamaya devam eder.
İlk bakışta banal ve anlamsız kaçan bu ifadeler popülist oluşum
açısından son derece önemli ayrımların anlaşılmasını mümkün kılarlar. Bunu önce
basit bir örnekte göstermek faydalı olacaktır. Bahçe düzenlemesi henüz
tamamlanmamış görece büyük bir sitede oturduğunuzu düşünün. Ve düşünün ki site
yönetimi bir toplantı düzenleyip boş alanların nasıl değerlendirilmesi
gerektiğini tartışmaya açıyor. Site sakinlerinden genç ve spotif olanlar bir
mini futbol sahası, deniz sevenler yüzme havuzu, çocuk sahibi olanlar oyun
parkı, uçarı olanlar da araba park yeri istiyor vb. Ve düşünün ki uzun, yorucu
ve yıpratıcı tartışmalardan sonra yönetim kısa bir toplantı sonrası
° ° °
Popülist oluşumun son uğrağını, varlığı sırf ortak olumsuzlanmaya dayalı
bu esdeğerler zincirine ‘pozitif’ bır kimlik kazandırma adımı oluşturur. Bu
becerildiğinde ortaklık negativiteye bağımlı olmaktan kurtulacak, kendi başına
(pozitif) bir varlık, bir iradi grup karakteri kazanacaktır. Ve populist oluşumun
ancak bu evresinde populizm tercihe tabi bir ‘siyaset yapma tarzı’ olarak kendini
gösterir. Zira, böyle ‘esdeğerleşme’ durumda bile her bir unsur, Laclau’nun
ifadesiyle, “popülist pratik” ile “diferensiyel eklemleme” („Fark“ olarak
eklemlenme) yollardan birini benimseme yoluna gidebilir. ‘Diferensiyel
eklemleme’, her bir talebin diğerlerinden izole, sırf kendisiyle sınırlı bir
hak mücadelesi şeklinde gerçekleşme arayışını dile getirir. Yani, Kürtlerin
sadece kürt talepleriyle, kadınların sadece kadın haklarıyla, işçilerim sadece
işci haklarıyla vb sınırlı bir mücadele yürütmeleri. Bu tercihin gerisinde
talep sahiplerinin „ideolojik yönelimleri“ yatabileceği gibi, iktidarın
„diferensiyel eklemlemeyi“ daha cazip, daha elverişli, sonuç alıcı hale getiren
taktik hamleleri de yatabilir. Bunun bir etkisi, eşdeğerler zincirinin
bölünmeye uğraması ve zayıflamasıdır. Girişim başarılı olduğunda
sözkonusu talep kurumsal sisteme „kazanılmış hak“ (fark, differenz) şeklinde eklenir.
„Çözüm Süreci“ esnasında –yani masa yıkılmadan önce- Kürt hareketinin durumu bu
konuma çok yakındır. Bu yol, popülist
olmayan siyaset yapma tarzıdır. “Diferensiyel eklemleme” bunu anlatır.
İkinci olarak, dışlananlar
„eşdeğerler zinciri“ne, yani dışlanan talepler topluluğuna pozitif bir varlık,
pozitif bir kimlik kazandırma arayışına gidilebilir. Bu durumda,
ortaklıklarının dayanağı sırf aynı erk tarafından olumsuzlanmaya –yani sırf
negativiteye- bağlı olmaktan çıkıp bu kimlikte ifadesini bulacak olan pozitif
bir temel kazanacaktır. Bu becerilebildiğinde, kurumsal sistem ve egemen blok
karşısına kendi pozitif kimliğiyle çıkan ikinci bir karşı-blok vasfı
kazanırlar. Ve böylece antagonizmanın ima ettiği bölünme, tabiri caizse,
“sübjektif boyutta“ da tamamlanmış olur, hakim ilşkilere ve egemen iktidar
blokuna karşı hegemonya arayışı içinde –yani toplumu farklı şekilde
tanımlamaya, belirlemeye çalışan- alternatif bir blok/güç ortaya çıkar.
Belge, İnel ve Bora’nın müphemliği
nedeniyle eleştirdikleri ve popülist siyaset tarzının alameti farikası saydıkları
„halk“ tabiri, işte bu eşdeğerler zincirini isimlendirmede
kullanılan bir terimden öte bir şey değildir. Üstelik bu isimlendirmenin
zorunlu yegane tabiri de değildir. Tarihte örneğin ulus, hatta işçi sınıfı
tabirleri de bu işlevi pekala hakkıyla doldurabilmiştir. Sırf „isimlendirme“
olmaları bu tabirlerin seçiminin bir keyfiyet konusu olduğu anlamına gelmez.
Aksine, örneğin sınıf yada ulus kavramlarının eşdeğerler zincirindeki diğer
taleplerle çatışan içeriklerle çok fazla ‚kirlenmiş’ olmaları bunların kapsayıcılıklarını
daraltan, zincirin bütününü temsil kabiliyetlerini zayıflatan bir unsur olarak
karşılarına dikilir. Hatta bugünün Türkiye’sinde ulus teriminin böyle bir
temsil kabileyetinin dumura uğradığı bile ileri sürülebilir. Farklı terimlerin,
özellikle de halk teriminin isimlendirme ve temsil konusunda rahat kullanım
bulmasının gerisinde bu terimin/terimlerin müphem karakterleri yanında
zincirdeki unsurlarla çatışma yaratabilecek herhangi bir içerikle –pek-
kirlenmemiş olmaları yatar. Dolayısıyla popülizm tartışmasını ‚halk’ teriminin
kullanımına bağlı olmaktan çıkarmak doğru olur. Popülist pratiğin başarısı, oluşumun
bu son uğrağında eşdeğerleri temsil kabiliyetine sahip isimlendirmeler bulup
bulamayacakları ile yakından ilgilidir. Diğer unsurlarla çatışan isimlendirmelerde
ısrar, eşdeğerler zinciri içinde ikinci bir dışlamaya yol açar ve zincirde
kırılmalara neden olur. 70’lerde böyle bir bölünme ‚halk’ ve ‚halklar’
şeklindeki isimlendirmeler üzerinden yaşanmıştı. Günümüzde ise ‚ulus’ isimlendirmesi
benzer bir potansiyel taşımaktadır.
‚Halk’ teriminin popülist pratikte oynadığı rol her üç
yazarın da düşündüğü derecede kurucu olmayıp, temsil yeteneğinin desteklemesi/engellenmesi
ile sınırlıdır. Laclau bir unsurun temsil rolünü üstlenebilmesi için kendini
somut içeriğinden arındırması, kendini ‚boş gösterene’ dönüştürmesi gerektiğini
söyler[18]. Bu
ifade, bir yanıyla, yukardaki tartışmaya açıklık getirici iken, öte taraftan, temsil
yeteneğinin sanki sadece unsurun kendini boş gösterene (sırf isime) dönüştürmesiyle
elde edildiği gibi anlaşılmaya yatkın olduğu için de problemlidir. Ben,
Laclau’nun yarattığı izlenimin aksine, ‚boş
gösteren’e dönüşmenin temsildeki rolünün, yukarda ortaya koymaya çalıştığım
gibi, daha mütevazi olduğu kanaatindeyim. Fakat, gene de bir ‚travmatik olana’ doğrudan atıfta
bulunmadan hiç bir isimlendirme ‚isimlendirme
işlevi’ni dolduramaz. Bunu izleyen bölümde ayrıntılı ele alacağız. Popülist
temsil yeteneğini sırf teriminin müphemliğine bağlamak, bence, ‚Hocanın
kerametini kavuğuna yüklemek, olur. Temsilde duygulanım isimlendirmeyle
açıklanamayacak temel bir işlev üstlenir ve isimlendirmeyi duygulanımla
karşılıklı ilişkisi içerisinde ele almak doğru olacaktır.
° ° °
Tanıl Bora Sol Popülizm (II)
makalesinde Aybar’dan Ecevit ve Devrimci Yol’a kadar solda bir çok popülist
denemeye değiniyor. Bu bölümde ileri sürdüğüm düşünceleri Aybar’ın siyasal-tarihsel
anlatımları üzerinden göstermek çizdiğimiz teorik çerçevenin anlaşılması bakımından açıklayıcı olacaktır.
Aybar hatıra kategorisi
çerçevesinde yazdığı hacimli Türkiye İşçi
Partisi Tarihi kitabında 1960 darbesinden hemen önceki şartları anlatırken
Demokrat Partinin son günlerinde iyice ortaya çıkan toplumsal bölünme ile
dışlananların eşdeğerleşmesini sarih şekilde tasvir eder.
„1960 yılının 28 Nisan’ı (…) …
yumuşak bir gün… Oysa sinirler gergindi. Vatan Cephesi’nden sonra şimdi bir de
Tahkikat Komisyonları kurmuşlardı … (Komisyon) İşe başlar başlamaz parti
çalışmalarını yasaklamış, ana muhalefet partisinin elini kolunu bağlamıştı. Gazeteler
komisyonla ilgili haberleri veremiyorlardı. Gazete kapatılabilir,
toplatılabilirdi. Evlerde arama yaptırabilir, kişisel eşyalara el koyabilirdi.
Dilediğini tutuklatabilirdi. DP, iktidarı kaybetme korkusu içinde akıl dışı
işler yapıyordu. Herkesi karşılarına
almışlardı. (İtal. Benim –MK)“[19]
Devam eden günlerde Ankara ve
İstanbul’da ilan edilen sıkıyönetimler sert tedbirlere başvurur:
„İki kişiyi aşan topluluklara ateş
açılacağı ilan edildi. … Gazeteler kapatılıyordu. „Bizden olanlar, bizden
olmayanlar“ diye millet ikiye ayrılmıştı. Demokrasi ve özgürlük getireceğiz
diye yola çıkanlar, şimdi hak hukuk tanımıyorlardı.“ (s. 20-1).
„Köylerde, kasabalarda, kentlerde
yurttaşlar Vatan Cephesi’ne yazılmaya çağrılıyordu. Ne biçim işti bu? Cephe
hangi düşmana karşıydı? ‚Bizden olmayanlar, düşmanımızdır’ biçiminde özetlenen
ilkel ve tehlikeli bir zihniyetin simgesiydi Vatan Cephesi. Zaten köylerde,
kentlerde yurttaşlar ikiye bölünmüştü. Demokratların camileri, kahveleri ayrı;
CHP’lilerin cami ve kahveleri ne zamandır ayrışmıştı. Şimdi bu bölünme daha da
keskinleştirilmek isteniyordu. Vatan Cephesi’ne yazılmayanlar düşman gözüyle
görülecekti. … Vatan Cepheli kalabalıklar, CHP mitinglerine saldırıyordu,
emniyet kuvvetlerinin hoşgörülü bakışları arasında…“ (s. 22).
Düşmanlaştırılanlar, dışlamaya
maruz kalanlar, Aybar’ın anlatımına göre, öyle fikren pek uyuşan kesimler değildir. Böyle bir ortak
düşmanlaştırma olmasa belki birbirlerini yok edecek heterojen kesimler, iradi
tercihleri olarak değil, sırf aynı güç tarafından dışlanmaları temelinde
–tabiri caizse rızaları hilafına- ‚karşı taraf’ olarak öbeklenmiş haldedirler.
Daha doğru bir deyişle, aynı tarafa ‚kovalanmış’ durumdadırlar. Aybar’ın
anlattığı „CHP’li avukatlar“ hadisesi bunun belgesi gibidir. 2 Mayıs 1960 günü
adliyede bir grup CHP’li avukatın Taksim Anıtı’nda cüppe bırakacağı sözleri
dolaşmaya başlar. Polis hemen adliyeye saldırır. Avukatlar kapıları kapatıp
direnmeye çalışırlar. Polis içeri girdiğinde önüne geleni araçlara doldurmaya
başlar[20].
Aynı gün NATO toplantısı için İstanbul’da bulunan yabancı gazeteciler de
olayları anlamak için adliyeye koşmuşlar, dil bildiği için bunlardan biriyle
konuşmak da Aybar’a düşmüştür. Bunun üzerine gözaltına alınır ve Emniyete
götürülür. Sirkeci emniyeti gözaltına alınmış göstericilerle doludur. Aybar
emniyete götürülürken kafasından geçenleri kitaba alır: „Jeep’le yolculuk rahat
değildi. Bu sessiz sokakların birkaç saat sonra canlanacağını düşünüyordum.
Sokak aralarından gene gençler fırlayacak, „Memderes istifa!“ diye bağırıp,
polisler gelmeden dağılacaklardı. Hiçbirini
tanımazdım. Ama şu anda diktatöre
karşı aynı direnişin içinde olan insanlardık. Onların akıbetini payaşmaya
götürülüyordum. Bu düşünce beni rahatlattı“ (ital. benim- MK; s.22). Cüppe
bırakmayı tasarlayan avukatlar da emniyettedir. Bunların Aybar’la ilişkileri
gerilimli heterojenliğin tam somutlaşmış halidir:
„Aralarında ‚Siz solcunuz, uzak
durun’ diye bizi tersleyen bayan avukat da vardı. Gafil! Menderes’in hepimizi aynı kefeye koyduğunu acaba
şimdi farkedebilmiş miydi?“ (ital. Benim-MK) (a.y.).
Aybar Tek Parti yönetiminin son
döneminlerini anlatırken de benzer bir resim çizer. Hatta, daha sonraları
keskin anti-komünist olacak DP’lilerin bu dönemde işi kendisi ve Zekeriya
Sertel gibi komünistlerle ortak toplantılar yapmaya kadar vardırdığını aktarır.
Sertel ve Aybar Fevzi Çakmak’la bile görüştürülmüştür. Bilindiği gibi DP
iktidar olduktan sonra o dönemde eşdeğerleştiği kesimlerin çoğunu hapse
atacaktır. (bak. s.32 vd.).
CHP ne 60 darbesi öncesinde ne de
sonrasında başarılı bir popülist pratik sergileyemez. Askerler ise, darbe
esnasında umutların yüklendiği unsur olmalarına rağmen popülist bir pratikten
düşünce olarak da çok uzaktırlar. Popülizm 65 sonrasında sağın politika tarzı
olacaktır. Ama biz dikkatimizi Aybar ve TİP’e yöneltelim. TİP 1961 yılında 12
sendikacı tarafından „sırf işçilerin partisi“ olarak kurulur. Bunu kurucuları
arasına sendikacılardan başka kimseyi almamalarından çıkarıyoruz. Ama „sırf
işçi partisi“ olma iddiası ve muhtemelen sadece işçilerin sorunlarını konu
etmeleri oluşumun işçi olmayan başka kesimleri temsil kabiliyetlerini ortadan
kaldırır. Parti varlık gösteremez, dağılma tehlikesiyle karşı karşıya kalır.
Kurucular soluğu Aybar’ın avukatlık bürosunda alırlar, ona partiye başkan
olmasını önerirler. Aybar’ın yaptığı en önemli iş, bölünmenin isimlendirmesinde yaptığı köklü
değişikliktir: Karşı tarafı „Ağa-Bey takımı“, eşdeğerleri de seslerini
çıkarmadan onlara tabi olmaları istenen mazlum halk olarak isimlendirdiğinde
sadece işçiler değil, kürtlerden aydınlara, esnaftan köylülere çok geniş kesimler
kendilerini „çağırılmış“ (Althusser) hisseder. Bunlar partiye dolar, TIP 65
seçimlerinde kırsal kesimlerden de hiç ummadığı kadar gelen oylarla 15
Milletvekili çıkarır.
Aybar’ın sonunu hazırlayan da gene
söyleminin popülist karakterini kaybetmeye başlamasıdır. Hem Türkiye devriminin
sosyalist karakterde mi yoksa demokratik karakterde mi olacağı konusundaki
parti içi ideolojik tartışmalar, hem de Sovyetler birliğinin Çekoslavakya’yı
işgali parti pozisyonlarının daha somut, daha kesin belirlenmesini dayatır.
Tanımlamanın kesinleşmesi ise daha önce tartıştığımız gibi daha dar sınırlama
ve dışlama anlamına gelir. Sosyalist devrim belirlemesi YÖN’cülerin partiyi
terketmesiyle sonuçlanır. İşgale karşı çıkması da parti içinde yeni bölünmelere
yol açar. Aybar ilaveten, Aren’in uyarılarına rağmen kendini iyice
hissettirmeye başlayan gençlik eylemlerine de mesafeli durur. Partiyi ve
partilileri bunlardan uzak tutmaya çalışır. Peşinden biraz da kişisel yönetim tarzı nedeniyle
diğer yönetim kurulu üyeleriyle arası açılır. Bunların hepsi TİP’in popülist
temsil kabiliyetini ortadan kaldıran gelişmelerdir. Parti 70’lere gelindiğinde
tekrar ‚sadece işçi partisi’ iddiasına geri dönecektir. 70’ler TİP’in varlığı
ile yokluğunun ayırdedilemediği yıllardır.
II
Laclau eşdeğerler zincirinin ancak
zincir içinden bir unsur tarafından temsil edilebileceğini söylüyor. Bu önemli
belirlemenin neyi ima ettiği konusunda tatmin edici bir idrakin eksikliği
Laclau’da da fark edilen bir yandır. Tezlerini
felsefi-mantıki bakımdan en ince ayrıntısına kadar sergilemeye büyük özen
gösteren Laclau’nun sosyolojik yanı sadece örnekler düzeyinde ele almasının da
bunda rolü olsa gerektir.
Laclau’nun Popülizm tanımının özünü
‚parçanın bütünü temsil etmesi’ oluşturur. Ancak, bu ifadeyi daha geriden takip
etmek gerekir. Zira, gene Laclau’dan anlaşıldığı kadarıyla, bu, dışlananlar
içinden bir kesimin diger dışlananları temsilinden önce, bir sorunun diğer bütün sorunların metaforu/temsilcisi haline gelmesini anlatır[21]. Bir
sorun büyüyüp, diğer bütün sorunlar o aşılmadan halledilemeyecek gibi travmatik
bir dünya algısı ortaya çıktığında, bu sorun
diğer bütün sorunların yoğunlaşmış ifadesi haline gelmiş demektir. Kavramı
Freud’un tanımladığı anlamda kullanıyorum. 70’li yılların ‚can derdi’ bu duruma
verilecek en canlı örnektir. Ve ‚can derdi’nin bu özel konumu hesaba katılmadan
ne Ecevit’in ne de Devrimci Yol’un popülist pratiklerini anlamak ve açıklamak mümkün değildir. Günümüzde de ülke
içinde ifade ve örgütlenme, dünya ölçeğinde ise ‚Göçmen’ ve ‚Çevre’
sorunlarının benzer bir temsil üstlendikleri görülmektedirler. Laclau’nun
‚yazım yüzeyi’ terimini duruma tercüme edecek olursak, insanların diğer bütün
sorunlarını bu sorun üzerinden yaşadıklarını
söyleyebiliriz. Bu özel sorun hayatın bütünü gibi algılanır ve yaşanır. Argo
bir ifadeyle, bu sorunun hayatın bütününü işgal ettiğini de söyleyebiliriz. Bu
sorunun çözümü diğer sorunların çözümünün ufku; bu özel sorun konusunda kendini
umut haline getirmiş kesim de diğer bütün sorunların çözüm umudu ve ufku haline
gelir, böyle algılanmaya başlanır. Bu durumda, farklı ve heterojen taleplerin
taşıyıcıları kendi özel taleplerinin bir özelliği nedeni ile değil –örneğin
kapitalist sömürü kalktığında çevre sorunu da kalkar vb gibi-, bu ‚temel’
soruna ilişkin attıkları adımlar temelinde diğer taleplerin taşıyıcılarının
‚umudu’ haline gelirler.
DİSK’in 70’li yıllardaki pratiğinin
gösterdiği gibi, bu konudaki yetmezlikleri veya ilgisizlikleri, kendi alanında
ne kadar güçlü bir örgütlenme yaratmış olurlarsa olsunlar, başka sorun
sahiplerini temsil yeteneklerini ortadan kaldırır. Birazdan daha ayrıntılı göreceğimiz
gibi, Devrimci Yol’un kitleselleşmesinin gerisinde, sergilediği pratiğin bu
‚metaforik temsilci’ sorun konusunda insanlara nefes alabilecekleri alanlar açabilmiş
olması yatar. Bu işlevi dolduramamaya başladığında da taban altından kaymaya
başlamıştır.
° ° °
Duygulanıma böyle bir temsil ilişkisinin ortaya çıkışında belirleyici bir
rol düşer. Ama bu rolü, eklemlenenlerin pasif-edilgen bir konumda olup,
eklemlenmenin manipülatif olduğu gibi düşünmemek gerekir. Aksine onlar sürece
aktif unsurlar olarak katılırlar. Ancak bu aktiflik terimin ilk akla
getirdiklerinden farklı bir karekter taşır. Konunun karmaşıklığı nedeniyle bunu
yakın tarihten iki olay üzerinden ele almanın anlaşılmayı kolaylaştıracağını
düşünüyorum.
Gezi kalkışması „eşdeğerleşme“ evresine ulaşmış, ama bir sonraki - kendini
pozitif olarak temsil - aşamasına sıçrayamamış bir gelişimin radikal örneğidir.
Çevrecilerden eşcinsel ve futbol taraftarlarına, MHP’li milliyetçilerden
sosyalistlere, kadın hareketi ve Kürt ülusalcılarına kadar AKP iktidarı
döneminde dışlanmış ne kadar kesim varsa, neredeyse hepsinin yanyana geldiği bu
olaylarda popülist oluşumun yukarda saydığımız -tabiri caizse- objektif iki
koşulunu da buluruz. AKP’nin yarattığı dışlama ve bu dışlamanın yolaçtığı
nefret olmasa, bu unsurların çoğunun yanyanalığını hayal etmek bile zordur.
Hatta başlangıçta hem Kürt kesiminin hem de Ulusalcıların sırf ötekiler var
diye Gezi’ye mesafeli durdukları da en yetkili ağızlarından kamuoyuna net bir
şekilde yansımıştır. Ama olaylar başladığında bırakın bunları, MHP’liler bile
dahil olurlar. Bu birlikteliğin AKP sayesinde oluştuğu, kendileri olmasa bu
grupların yan yana bile gelemeyeceği bizzat iktidar sözcüleri tarafından da
açıkça ifade edilmiştir. Gezi’de eksik olan popülist temsil ve söylemdir.
Eşdeğerler içinde, belki de olayların ani ve hızlı patlak vermesi nedeniyle,
hiç bir kesim diğerlerini de temsil edecek bir eylem ve söylem geliştirme
imkanı -belki de zamanı- bulamamıştır. Dolayısıyla oluşum, bölünme ve –kısmen-
eşdeğerleşme uğraklarını tamamlamış, ama son uğrak zinciri temsil konusunda tıkanıp
kalmıştır. Buna rağmen olayların nasıl olup da bütün bu geniş katılımla
kelimenin gerçek anlamında „patlak vermesi“, oluşumun bence en ilginç yanındır
ve özel bir incelemeyi hakeder. Kanımca bu Laclau’nun Popülizm teorisinde ihmal
edilmiş bir yandır. Dolayısıyla bunu kendi düşünsel imkanlarımızla tamamlamamız
gerekecektir.
Laclau’ya göre popülist temsil
duygulanıma (Affekt/affect) dayanır, rasyonalist (anlam/fikir/argüman) bir
temel üzerinde değil duygulanım üzerinde inşa edilir. Bunun ilk halkasının bir
sorunun diğer sorunların yoğunlaşmış temsilcisi haline gelmesi anlamına
geldiğini yukarıda ele aldım. Laclau’nun bu boyutla pek uğraşmadığı,
söylediklerinin işin ‚işlevi doldurma’ boyutuyla sınırlı olduğunu ekleyelim.
Laclau bu temsilin bir ‚radikal yatırım’a dayandığını ve bu yatırımın
içeriğinin de duygulanım olduğunu söylüyor. Ne var ki, duygulanımdan neyi
kasdettiği ve nasıl bir mekanizma temelinde ‚yatırıldığı’ Laclau’nun tatmin
edici şekilde ortaya koyduğu konular değildir. Duygulanımın jaussance’a dayandığını söylemekle
yetinir. Sözlükler jaussance’ı zevk, haz, hatta orgazm olarak veriyorlar. Jaussance’ın popülist pratikte ne tür bir
haz ya da zevki –hatta orgazmı- ima ettiği ise Laclau’da açıklanmış değildir. Böyle
sınırlı bir anlatımın duygulanımın
Gezi’deki rolünü anlamaya yetmeyeceği açıktır.
Bu boşluğun Freud’a müracaatla bir
ölçüde doldurulabileceği düşüncesindeyim. Zira, onda duygulanımın temeli ve
mekanizmalarına ilişkin açık ifadelere rastlarız. Duygulanımın gerisinde ona
göre „bastırma“, yani bir isteğin gerçekleştirilmesinin engellenmesi ve bunun
yol açtığı gerilim enerjisi yatar[22].
Örneğin, çok sıkıştığınız bir durumda tuvalet kapısının kilitli olmasının sizde
yarattığı gerilim ve duygulanım (kızgınlık, öfke) gibi. Bu gerilim enerjisinin
özelliği ortaya çıkmasına neden olan nesne ya da düşünceden kopabilmesi,
bunlardan bağımsız serbest dolaşım gösterebilmesi ve ortaya çıkışı ile hiç
alakası olmayan bambaşka bir nesne veya düşünceye aktarılabilmesi/yüklenebilmesidir.
Örneğin, şefe kızıp çaycıyı dövmek –„hıncını ondan çıkarmak“- gibi. Gerilimin boşaltılması/azalması
keyif (Lust) verirken çoğalması keyfi yokedicidir, keyifsizlik (Unlust) verir.
İnsanın pşisik mekanizması ise keyifin çoğaltılmasına keyifsizliğin azaltılmasına
odaklıdır. Gerilimi hemen boşaltmak ister, boşaltmanın engellenmesi keyifsizlik
verir. Sevgi, nefret, öfke vb gibi değişik duygulanımlar bu enerjinin değişik
nesnelere değişik şekillerde yüklenmesi, değişik nesneler üzerinden
boşaltılması, dışa vurumu veya bunlar tarafından engellenmesi olarak ortaya
çıkarlar. Bizzat Freud çok öne çıkardığı için ben de cinsellik üzerinden
anlatılanları biraz daha anlaşılır hale getirmeye çalışayım. İnsan anatomisi
cinsel dürtü birikiminin düzenli aralıklarla boşaltılmasını arzular. Gecikmesi
gerilimi artırır. Freud’a göre sevgi bu süreçle yakından alakalıdır: boşalmayı
bir dahaki sefere de gerçekleştireceğini tasavvur ettiğimiz için cinsel nesneyi
(örneğin kadın veya erkek) severiz[23]. Bu
akıl yürütüs temelinde, birikmiş cinsel gerilim koşullarında ilişki teklifinin
-kabul edeceğini umduğumuz bir kişi tarafından- reddinin de tersi doğrultuda
bir duygulanıma, örneğin büyük bir öfkeye yol açacağı kolaylıkla
kestirilebilir.
Buradan hareketle, toplumsal
taleplerin sistematik engellenmesinin de benzer bir gerilim birikimine yol
açacağını, ve bu gerilimin kendine sürekli boşalma nesneleri arayacağını
söyleyebiliriz. Gezi’nin gerisindeki ortak AKP nefreti böyle bir durumdur. Enerji
boşaltımını engellediği için nefret nesnesi haline gelmiştir. Enerjinin
azaltılmasının keyif verdiğini ifade ettik. Eğer herhangi bir kişi veya
kurum/örgüt vb, kendisini AKP hakimiyetinden kurtuluşun umudu haline
getirebilirse, bu, gerilim enerjisinin boşalması/azalması anlamına geldiği için
keyif verici bir işlem haline gelecek ve bu kişiyi –cinsel sevgide olduğu gibi-
sevgi ve sempati nesnesi haline getirecektir.
Gezi’de yaşananlar duygulanıma
dayalı bu mekanizmanın biraz farklı bir versiyonu olarak karşımıza çıkarlar. Bu
versiyonun ipuçlarını Freud’in ‚Rüyaların Yorumu’ ve ‚Fıkra ve Bilinçdışı ile
ilişkisi’ kitaplarında buluruz. Rüyanın ortaya çıkış koşullarını formüle
ederken Freud’un sarfettiği önemli bir cümle vardır: Eğer rüyanın gerisinde
engellenmiş istekler yatıyorsa, ve rüya isteğin gerçekleşmesi ise, bu durumda,
rüya içeriklerinden birinin uyku durumunda sansürü aşacak veya yandan geçecek
bir özelliğe sahip olması gerekir[24].
Aksi takdirde istek uyku halinde de bastırılmış kalmaya devam edecektir.
Fıkralarla ilgili metinlerinde de fıkranın en temel işlevinin sansürün aşılması,
fıkranın buna imkan ve vesile yaratması olduğunu ifade eder.
Buradaki fikirlerin Gezi’ye
tercümesi biraz karmaşıklık sergilese de, gene de anlaşılacak türdendir. Ortada
bir temsil olmadığı için radikal yatırımın bir kişi veya örgüte yapıldığını
düşünmek mümkün değildir. Bu durumda Gezi’yi fıkradakine benzer bir ‚sansür
aşma’ işlevi üzerinden okumak gerekir. Gürüldüğü kadarıyla, MHPlilerden
Kürtlere kadar bu kadar geniş ve heterojen bir kalabalık küçük bir çevreci grubun
başlattığı protestoya çevreye ilişkin duyarlılıklarından veya onlara umut
bağlamalarından dolayı değil, içlerinde birikmiş yoğun gerilimi boşaltmaya uygun
bir vesile/imkan buldukları için katılmışlardır. İlk katılmaların
problemsiz yürümesi olayın enerji boşaltma vesilesi/imkanı rolünü daha da güçlendirmiş,
enerji boşaltma vesilesi arayan daha geniş kesimlerin katılımlarının önünü
açmıştır. Gezi bu işlevin ötesine ne yazık ki geçememiştir ve ona dışlanmışların
AKP nefretlerini boşaltma imkanı
sunmanın ötesinde bir anlam yüklemek mümkün görünmemektedir. Bu anlattıklarımız
bir noktayı daha ortaya koyar: Taşıyıcıların sürekli enerjiyi boşaltma vesilesi
arayışı içinde olmaları, bunları, vesile olacak nesnelere duygulanım yüklemesi
yapmalarına da teşne (eğilimli, hazır) hale getirir. Bir başka ifadeyle, temsilin ortaya çıkışında
dışlananlar da gerilimlerini boşaltacak nesne arayışı içinde olma vasıfları
itibariyle aktif konumdadırlar. Gerilim ne kadar fazlaysa, vesileyi sunan o
kadar yoğun bir duygulanım yatırımın nesnesi haline gelecektir. Gezi’de bu
vesile olma işlevi sadece zemin/arena
sunmakla sınırlı kalırken İstanbul seçimleri bunun temsil alanına da
sıçradığı bir örnek teşkil eder. Ve bu nedenle, popülist karakteri çok daha göze
çarpıcıdır.
Hatırlanırsa, İmamoğlu seçim kampanyasını
somut, ayrıntılı bir vaad programı ile yürütmedi. Söyleminin odağına sadece bir
negativiteyi, „kurtulma“yı oturttu: israftan, yandaşlıktan, adam kayırmadan vb
kurtulma. Fakat ‚yandaşlık’ o kadar temel bir sorun haline gelmişti ki İstanbul
seçimine ve İmamoğlu’na Erdoğan ve AKP’den ülke çapında kurtulma gibi kendi somut
içeriğini kat kat aşan bir anlam yüklendi. İnsanlar bu seçime böyle bir anlam
yüklemeye zaten teşne idiler. Böyle bir vesilenin arayışı içindeydiler.
İstanbul seçimi birikmiş tepkileri açığa vurmanın vesilesi ve arenası, İmamoğlu da Erdoğan’dan kurtulmanın umudu oluverdi.
İnsanlar İmamoğlu’nda „Erdoğan’ı nihayet
yenilgiye uğratmanın“ hazzını yaşamak istedi, o da söylemleriyle bu
umudu yaratmayı becerebildi. Kendisine gösterilen sevgi ve ilginin temelinde
yatan şey böyle bir hazzı yaşatabilecek bir nesne olmanın yolaçtığı pozitif
duygulanımdır. Söyleminin müphemliği bu süreçte İmamoğlu’nu destekleyen bir
avantajı olmuştur.
° ° °
Ecevit’in 12 Mart 1971 muhtırası
ile başlayan ve 60’ların yarattığı sol hareketin son derece zalim yöntemlerle
bastırıldığı askeri dönemden çıkışta yakaladığı temsil kabiliyeti de benzer bir
temele dayanır. Ecevit’in Demokratik Sol’unun bileşenleri sendikalardan
köylülere, Alevilerden memurlara, öğretmenler ve aydınlara, hatta ezilmiş
radikal solun geride kalanları ve yeni sempatizanlarına 12 Mart’ın
mağdurlarıdır. Süreç biraz farklı işlemiş olsa da Ecevit de İmamoğlu gibi 12
Mart koşullarından kurtuluşun umudu haline gelmiştir. İnsanlar umutlarını ona
yatırmışlardır. Ancak Ecevit bir popülist oluşum bakımından İmamoğlu’ndan daha
ileri bir noktaya ifade eder. Zira, İmamoğlu’ndan farklı olarak ‚Demokratık
Sol’ belli bir içeriğe de sahiptir. Bu nedenle de, eşdeğerler zincirinin
varlığını sırf ortak olumsuzlanmaya bağlı olmaktan çıkarıp, kendi hedeflerine
sahip bir varoluşa kavuşturabilmiştir. Demokratik Sol harekette aidiyet duyulan
bir grup olunduğunun bütün işaretleri mevcuttur. Bir Karaoğlan efsanesi doğmuş,
etrafında son derece çeşitli bileşenlerden hedefleri de belli bir bileşik
hareket - popülist oluşum- yaratılmıştır. Bu bakımdan hem Gezi’nin hem de
İmamoğlu’nun şu anki konumunun çok ilerisinde bir noktaya ulaşmıştır. Ne var
ki, başta AP, „iktidarı bırakmak istemeyen“ sağ güçler komünizm tehdidi
temelinde ve içinde sokak şiddetini de içeren bir strateji ile bu bloku dağıtma
girişimine başladıklarında, Ecevit’in kendi tabanıyla imtihanı da başlamış
olur.
° ° °
Necmi Erdoğan hem Ecevit’in
Demokratik Sol’unun hem de Devrimci Yol’un kitleselleşmelerinde bunların her
ikisinin de popülist siyaset tarzını uygulamış olmalarının ciddi etki ve
katkısının olduğunu yazıyor. Anlatımının problemli yanını, bunların iki farklı
popülist girişim olduğu şeklinde
yarattığı intiba oluşturuyor. Böyle bir izlenimin doğmasında Erdoğan’ın da
diğer yazarlar gibi popülist siyaset tarzını tercihe dayalı bir araç gibi ele
almasının rol oynadığını düşünüyorum.
Laclau, liderin „Tamlığı“ temsil
ettiğini söyler. Bu ilişkide temsil edilen „Tamlık“, tarif edilmiş bir içeriği
değil, en genel haliyle sırf ‚hiç bir kırılmanın (dislocation) olmamasını’
ifade eder. Karşımıza çıkan soru şudur: Böyle tanımlanmamış, aslında (var)olmayan
bir büyüklük nasıl temsil edilebilir?
Freud Hemmung, Sympthom und Angst başlıklı uzun makalesinde buna
duygulanım temelinde bir açılım sunar. Makalede çocukların karanlık ortamlarda
çok korktuklarını ifade ettikten sonra, Anne veya çok sevdikleri bir başka
kişinin sesini duymalarının korkuyu ortadan kaldırdığını yazar. Ve buradan,
sevdikleri kişilerin çocuklar için „her türlü tehlikeye karşı
garanti/güvence“yi temsil ettikleri
sonucuna varır[25]. Bu gözlemin Tamlığın
temsili tartışmamıza çok rahat tercüme edilebileceğini düşünüyorum. Eğer korku,
hayatın akışkan yaşanmasında bir kırılmayı ifade ediyorsa, „her türlü tehlikeye
karşı güvence“ olmak, onun akışkan yaşanacağının ve bu anlamda eksikliği
hissedilen „Tamlık“, ‚eksiksizlik’in temsilidir. Dikkat edilirse, „sevgi
temelinde her türlü tehlikeye karşı güvence/garanti olmak“ Tamlık’ın sırf duygulanım
temelinde temsilidir. Freud’un bu
düşüncesinin takibinin hem Devrimci Yol’un Ecevit hareketiyle ilişkisinin, hem
de onun kitleselleşmesinin şifrelerini ortaya koyacağını düşünüyorum.
Ecevit de benzer şekilde Tamlık’ın
temsilcisidir. Karaoğlan bir efsane kahramanı gibi muhtemel her türlü tehlikelerin
de yaşanmayacağının güvencesi/garantisidir. Ne var ki, Laclau, daha önce de
aktardığımız gibi, Tamlık’ı temsil eden unsurun bu işlevi doldurmada yetersiz
kalabileceğini, ortaya bir işlev boşluğu çıkabileceğini ve bunun da başka bir
güç tarafından doldurulabileceğini söylüyor. Bu durumda Tamlık’ın temsili de el
değiştirecektir. Başka bir güç Tamlık’ın, dolayısıyla da diğer unsurların da temsilcisi
konumuna yükselecektir. Devrimci Yol’un yükselişini ve kitleselleşmesini sağ
güçlerin sol bloku şiddet yoluyla dağıtma staratejileri karşısında Ecevit’in
„her türlü tehlikeye karşı garanti/güvence olma“ işlevini doldurmakta yetersiz
kalması ve bu işlev boşluğunun Devrimci Yol tarafından doldurulması üzerinden
okumanın doğru yol olduğu kanaatindeyim. Devrimci Yol’un dergilerinde,
bildirilerinde veya meydan konuşmalarında işçi sınıfı yerine „halk“ terimine
müracaat etmesinin onun kitleselleşmesinde oynadığı rol N. Erdoğan’ın veya
Tanıl Bora’nın zannettikleri ölçüde değildir. Öyle olsaydı, isimleri „Halkın …“
diye başlayan bir dizi sol grubun kendilerini en azından küçük tekke konumundan
kurtaracak bir taban yakalamaları beklenirdi. Kimi şehirlerde bizzat CHP
yöneticilerinde bile hayatta kalmalarının Dev-Gençliler sayesinde garanti
altında olduğu şeklinde bir idrak ortaya çıkmışsa, bu durum Ecevit’in
etrafındaki geniş Sol blokun çeşitli bileşenlerinin neden giderek Devrimci
Yol’a meylettiklerini de açıklar. Burada yaşanan şey „Tamlığın temsili“nin el
değiştirmesidir. 1978 sonuna kadar Ecevit’in sosyal projeleriyle
kıyaslandığında neredeyse dişe dokunur hiç bir şey söylememiş bir Devrimci
Yol’a insanların akın akın yönelmelerini başka türlü açıklamak da mümkün görünmemektedir.
1975’lerin özellikle sendikalar içindeki güçlü TKP’sinin neden giderek
silindiğinin açıklaması da burada yatar. TKP ve sendikalar bu yıllarda tam da
Laclau’nun „diferensiyel eklemleme“ dediği tarz politika yaptıkları, kendi özel
talepleri dışında hiç bir şeyle uğraşmadıkları, özellikle de insanların can
derdine tamamıyla sırtlarını döndükleri için siyasal hayatın da dışına
düşmüşlerdir.
Başta Fatsa olmak üzere, sosyal
projelerin de gündeme geldiği daha sonraki dönemde ise Devrimci Yol’un
kitleselleşmesinin hızı daha da artmıştır. Özetle, hem Ecevit hem de Devrimci
Yol, iktidarı bırakmak istemeyen sağ güçlerin şiddet stratejilerine maruz
kalmış aynı mağdurlar topluluğundan beslenirler. İkisinin de varlığı bu topluluğun
temsiline dayanır. Ecevit başlangıçtaki temsil unsuru iken, Devrimci Yol onun
bıraktığı işlevsel boşlukları doldurabildiği için aynı grup içinde hegemonik
konuma –en azından grubun temsilinde alternatif odak durumuna- yükselebilmiştir.
Ne var ki, ne Ecevit’in ne de Devrimci Yol’un aynı zeminden beslendiklerini,
daha doğrusu, varlıklarının bir bütün olarak bu ortak zeminin ayakta kalmasına
bağlı olduğunun ayırdımına vardıklarını söyleyebilmek zordur. Zeminin çökme
tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğu 1979 seçimlerinde her iki tarafın izlediği
politikalar bunun göstergesdir. Dolayısıyla, bunlara popülist nitelemesi
yakıştırmak bile biraz problemli görünmektedir.
Bu bakış sol açısından günümüz
koşullarında neye yönelmek, geleceği nerede aramak gerektiği konusunda da
ipuçları verir. O zamanın Ecevit’i gibi bugünün „radikal yatırımı“ İmamoğlu’na
yapılmış -ya da yapılacak gibi- görünmektedir. Bugünkü Solun yönelmesi gereken
alan da İmamoğlu’na cephe alıp onun yarattığı olumlu duygulanımı yok etmek
değil, tıpkı Devrimci Yol’un o dönemde yaptığı gibi, onun işlevsel yetersizlikleri üzerinden kendine bir varlık
alanı yaratmaya çalışmak olmalıdır. Bunun her zaman can güvenliği üzerinden
olmayacağı açıktır. Boşluğun hangi alanlarda ortaya çıktığını iyi gözlemek
gerekir.
III
Belge, İnsel ve Bora’nın popülizme
yaklaşımlarının bu çizdiğim çerçevenin neresinde durduğunu, nasıl ve ne
üzerinden varoluş imkanı elde ettiklerini ortaya koymadığımızda, tartışma iki
farklı pozisyonun karşı karşıya konulmasından ibaret kalır. Oysa, yazarların
popülizme yaklaşımları, eleştirileri vb de gerçeğin bir tarafına hitap
etmektedir. Popülist siyaset tarzı gerçekten de ‚manipülatif’ -veya
manipülasyona açık- bir boyut da içerir. Ve böyle manipülatif bir popülizm
pratiğine yukarda çizdiğim teorik çerçevenin nasıl bir varoluş alanı
tanıdığının da ortaya konulması gerekir. Popülizm ne anlamda, hangi
özelliklerin sonucu ve hangi sınırlar içinde ‚kullanıma hazır araç’,
başvurulabilecek veya bundan imtina edilebilecek bir siyaset yapma ‚tarzı’
olarak ortya çıkar?
Yukarda bunu „differensiyel
eklemleme“ veya „popülist eklemleme“ ayrımıyla sınırlamıştım. Oysa, yazarların
dile getirdiği gibi, göçmenlere düşmanlık üzerinden yürütülen bir popülizmi bu
sınırlar içinde anlayabilmek mümkün değildir. Benzer şekilde, halen sürmekte olan Kürtleri
„ötekileştirmeye“ dayalı girişimler de manipülatif popülist bir girişim
karşısında olunduğunun işaretleriyle doludur. ‚Manipülatif’ bir popülizm çizdiğim
çerçeveye nasıl eklemlenebilir?
Yukarda halk, oligarşi, ezen-ezilen
sınıflar vb gibi terimlerin toplumdaki –zaten ortaya çıkmış –bölünmenin
isimlendirilmeleri olduğunu söyledim. Ancak isim olmayı nötr ve pasif bir işlem
olarak düşünmemek gerekir. Zira, bu tür bölünmelerin hepsi, onu içerden
yaşayanlar açısından azap, eziyet ve çile dolu son derece travmatik olaylardır.
Dolaysıyla bu türden her isimlendirme
kaynağındaki travmatik olayın yol açtığı duygulanımların izlerini taşımakla
kalmaz, bu isimin her kullanımı bu duygulanımı az ya da çok yeniden
canlandırır. Sünni-Alevi gerilimini düşünelim. Geçmişi Kerbala’ya kadar giden
bu gerilim tarih boyunca her biri büyük travmalara yolaçmış kitlesel insan
kıyımları ile malüldür. Ve bu gerilimi hatırlatan, onunla ilintilenmiş
isimlerin her yeni kullanımın bu duygulanım birikimini nasıl aktüelleştirip
yeniden harekete geçirdiğinin küçük bir örneğini üçüncü köprüye Yavuz Sultan
Selim adı verildiğinde Alevilerin gösterdiği tepkide gördük. Maraş kıyımı,
Malatya ve Çorum olayları ve en son da Madımak Oteli kıyımı çok daha yakın
tarihlerin olaylarıdır ve yolaçtıkları duygulanımlar çok daha tazedir. Ve bu
olaylarla ilintili her isim veya bu olayları hatırlatan her olay geçmişin
travmalarının yolaçtığı muazzam duygulanım birikimini yeniden hareketlendirir.
Ortada o büyüklükte bir gelişme olmamasına rağmen insanlarda sanki o trvmatik
olaylar yeniden yaşıyormuş gibi bir duygulanım yaratır. Bu temelde, geçmiş bir
yaşanmışlığın manipülatif ‚kullanımı’ mümkün hale gelir. Belge, İnsel ve Bora
ise, bunu mümkün kılan koşulları ve sınırlarını ele almadan, bunu popülizmim
yegane varoluş tarzı olarak ileri sürüyorlar.
Geçmişteki bir travmanın duygulanımı
yeniden canlandırabilmesi iki şeyi gerekli kılar. Bunlardan ilki, Freud’un
fıkranın başarısı için şart koştuğuna benzer şekilde, „aktüel bir vesile“dir.
İkincisi ise, bu vesileyi popülist tarzda işleyen bir retorik: „azınlığa mensup
bir kimse suç işlediğinde, cezaya toplumun azınlık gruba duyduğu tepki de
eklenir“ (Freud). Geçmiş travmatik olayın pşisik enerjisi popülist retorikle
küçük olaya aktarılır, yoğunluğu büyütülür, ortaya yeni bir ‚travmatik’ durum
çıkar. Madımak Oteli kıyımı, ortada bir suç bile olmamasına rağmen, vesilenin
tarihsel nefretle birleştirildiğinde nasıl büyüyebildiğinin unutulamayacak bir
örneğidir. Ülkenin çeşitli bölgelerinde özellikle Kürt kökenli insanlara
yönelik linç girişimleri de benzer karakterdedir. Bu olaylarda da „popülist
retorik“ ufak bir olaya, örneğin kamusal bir mekanda Kürtçe konuşmaya, Taner
Akçam’ın ifadelerini kullanacak olursak, ‚Türklerin bölünme sendromu’nun
yolaçtığı büyük duygulanımları aktarır, lincin sosyal-psikolojik altyapısı
hazır hale gelir.
Yazarların düşüncelerine dayanak
yaptıkları „tarz“ olarak popülizm böyle işleyen bir mekanizmadır. Ancak eklemek
gerekir ki, bu mekanizmada da bölünme popülist pratiğin koşulu olmaya devam
eder. Bir farkla ki, bu koşul aktüel bir varlık olmayıp, geçmiş bir bölünmenin
popülist retorikle yeniden canlandırılması suretiyle sağlanır. Bir başka
deyişle, popülist pratik gene de zaten varolmuş –ve belli bir duygulanım
yaratmış- bir bölünmeyi aktüelleştirilebildiği ölçüde mümkün olur. Bu
becerilebildiğinde bölünme, dışlananlar ve eşdeğerleşme kendini hemen ortaya
çıkarır.
Toplumların geçmişi böyle travmatik
olay, gerilim ve bölünmelerle dolu olduğu içindir ki hiç bir aktüel bölünme saf
cepheler yaratmaz. Geçmiş gerilim ve çatışmalar aktüel toplumsal bölünmenin
„içi“ni de „dışı“nı da fay hatları, potansiyel kırılma noktaları olarak
keserler. Yukarda ifade ettiğimiz gibi, bir vesile popülist retorikle büyük bir
kırılmaya yolaçabilir. İşte bu zemin zayesindedir ki, hegemon gruplar iktidar
olduktan sonra bile popülist pratik sergileyebilme şansı bulurlar. AKP,
örneğin, ilk iktidar döneminde „askeri vesayet“ üzerinden böyle, hem de çok
başarılı bir popülist pratik sergilemişti. Şu an da „bölünme sendromu“
üzerinden, Kürt unsurunu muhtemelen seçimden düşürmeyi, böylece de karşı
cepheyi bölmeye ve küçültmeyi hedefleyen bir popülist oluşum yaratma çabası
içinde olduğu görülüyor. Ne var ki, ilk
iktidar döneminden farklı olarak, aktüel bölünmenin –AKP’nin yarattığı
dışlamaların - yolaçtığı duygulanımlar o kadar yoğun, insanların Erdoğan ve AKP
tepkisi o kadar güçlü ki sırf retoriğe dayalı bir girişimin muhalif saflarda
kırılma yaratma potansiyeli sınırlı görünüyor.
[1] Sol Popülizm (I)
Haftalık Birikim 3 Temmuz 2019
[2] Sağdan sola ‘popülizmler’ Birikim sayı: 354
[3] MURAT ŞEVKİ ÇOBAN ile söyleşi T24 4 Mayıs 2017 https://t24.com.tr/k24/yazi/belge-populizm,1217
[4] Sol Popülizm (II) Haftalık Birikim 31 Temmuz 2019
[5] M.S. Karakurt: THKP-C Devrimci Yol Geleneğinde Öncülük
olarak Politika, Belge Yayonları 2016
[6] Necmi Erdoğan: Demokratik Soldan Devrimci Yol’a:
1970’lerde sol popülizm üzerine notlar, Toplum ve Bilim, sayı 78, Güz 1998,
s.25
[7] Popülizm Karşısında
Sosyalistler, Birikim haftalık yazılar, 03.Aralık 2018
[8] „Popülizm, faşizmin ön
adımıdır“,
[9] Sağdan sola „popülizmler
[10] Behıce Boran ‚sınıf
mücadelesi Türk kimliğine uygun değil’ yollu kariı çıkışlara, ‚iyi mi, kötü
mü’den önce ‚var mı yok mu’, ona bakın diye karşı çıkıyordu, Benim pozisyonum
Boran’ınkine benzer düşünülebilir: Popülist pratik ‚toplumsal gerçek’ yaratıyor
mu yaratmıyor mu?’ (Fakten schaffen)
[11] Sein und Zeit’in Giris
bölümü okunması hayli zor olsda bu konuyu tartışır.
[12] Michael Inwood:
Heidegger, Verlag Herder Freiburg-Basel-Wien, s.20
[13]On Populist Reason, s.87
[14] Ilgili bölümde Marks,
belli bir ücret karşılığı, diyelim tam
gün çalışmak üzere satın alınmış işgücünün ücretinin karşılığı kadar değeri
yarım günde yarattığını ama anlaşma gereği calışmaya devam ettiğini, fakat bu
ilave sürede ürettiği değerin işgücünü satın alana kaldığını ifade ettikten
sonra şöyle devam eder: „Bu, (işgücünü) satın alan için özel bir mutlulukdur, ama satanın
hakkı yenmiş / ona haksızlık edilmiş de değildir“. („… ist ein besonderes Glück für den Käufer,
aber durchaus kein Unrecht für den Verkäufer“. (Das Kapıtal Band I., Verlag
Marxistischer Blätter, Frankfurt a.M. 1976, s.208
[15] Verso London.New
[16] Sol Popülizm (İ), Birikim
Haftalık Yazılar 3 Temmuz 2019
[17] Alexandre Kojeve: Hegel,
Suhrkamp 1975 s.317
[18] On Populist Reason, özellikle s.108’deki
anlatım
[19] Mehmet Ali Aybar: Türkiye Isci Partisi Tarihi, Iletisim
Yayincilik 2014, s.19
[20] Bu
arada askerler de gelir. Halk askerlerin gelisini alkislarla karsilar. Aybar’in
anlattigina göre, subaylar polisin bimdirdigi kisileri salarlar. Aybar bu
durumu asker ve polisin de bölünmesi seklinde yorumluyor. (a.e., s.22)
[21] Problemin bu şekildeki bir formülasyonuna Laclau’
rastlamayız. Fakat anlatımı zımnen bunu bir önadım olarak tasvir eder.
Özellikle ‘parçanın bütün gibi’ davranması ifadesini başka türlü yorumlamak
mümkün değil gibi görünmektedir.
[22] Sigmund Freud: Die
Traumdeutung, in Gesammelte Werke, 2014 Köln s.115 vd.
[23] Massenpsychologie und Ichanalyse, Fischer Bücherei
Frankfurt a.M. 4. baski 1970, s.50
[24] Die Traumdeutung s.237
Keine Kommentare:
Kommentar veröffentlichen